Gelişim
O radyo geldiğinde çok şaşırmıştık. Muhtar getirmişti onu evine. Sesini de sonuna kadar açmış, yayın yapıyordu. Kendisi de evinin önündeki hamağa uzanmış sallanıyor ve kaliteli tütün sarmasını tüttürüyordu. Öyle bir kubarmış, şişinmişti ki; havadaki bütün gazları çektiğini sanırdınız.
1986… Mevsim Yaz…Aylardan Haziran…Elektrik icat edileli çok olmuştu; ama bizim fukara köyümüze, elektrik denilen şey, daha yeni geliyordu. O da kendisi değil, önce direkleri geliyordu, köylünün elektrikten de, elektrikli ev aletlerinden de haberi yoktu. Sadece on beş yıl önce, pilli bir radyo gelmişti köyümüze.
O radyo geldiğinde çok şaşırmıştık. Muhtar getirmişti onu evine. Sesini de sonuna kadar açmış, yayın yapıyordu. Kendisi de evinin önündeki hamağa uzanmış sallanıyor ve kaliteli tütün sarmasını tüttürüyordu. Öyle bir kubarmış, şişinmişti ki; havadaki bütün gazları çektiğini sanırdınız.
O kara kutunun sesi köyden duyulunca, bütün çocuklar muhtarın evine üşüşmüş, radyoyu garip garip seyre koyulmuşlardı. Radyodan sesler geldikçe çocuklar gülüşüyor; adamlar bu kara kutunun neresine saklandılar, diye radyonun altına, üstüne, sağına, soluna bakınıp, tekrar tekrar gülüşüyorlardı. Muhtar da çocukların şaşkınlığından memnun, şöyle demişti: ‘Sakın dokunmayın ha! Bakın ama dokunmayın. Çok değerlidir o. Şehir işidir, siz anlamazsınız. Ve hem de bizim şehirlilerin değil, Alaman şehirlerinin işidir. Yani gavurların işidir. Sağolsun, amcaoğlu yollamış oradan. Bin kere sağolsun, zaten çok kadir kıymet bilir bir adamdı. Az mı yardımcı oldum ona buradayken. Bir nevi borcunu ödemek istemiştir bana. Hem de düşünmüştür oralardaki medeniyet insanlarını gördükçe, kendi hemşerilerinin ne kadar geri kaldıklarını düşünmüştür. Düşünmüş ve bu radyoyu bize medeniyet öğretsin diye göndermiştir.Hakkaten kadir kıymet bilir bir adammış Süleyman. Ve hem de akıllı ve hem de düşünceli. Lan sakın dokunmayın, lan! Hadi bu kadar yeter, gidin analarınızı, babalarınızı da çağırın. Onlar da gelip baksınlar, medeniyet kutusunu görsünler.’
Ama muhtarın çağırtmasına gerek kalmadan, sesleri duyan köylüler, muhtarın evine resmi zevat geldiğini sanarak, üstlerini, başlarını alelacele düzelterek koşturup gelmişlerdi. Gelmişler ve hamağından kalkıp gitmiş, içerde çocuklarla konuşan muhtarın evinin önünde, kırk kişilik bir kuyruk oluşturmuşlardı. Hepsi, komutanlarını bekleyen erler gibi, hazrola geçmişti. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Görüntüleri de garipti: Kimi hamur teknesinin başından kalkmış, üzerindeki unları silkeleyeyim derken, her tarafını una bulamıştı; kimi tezek yapmak için çiğnediği ahbunu, çizmelerinden yeterince çıkartamamıştı; kimi de çalışmaktan ter içinde kalmış, yakası simsiyah gömleğinin üzerine ekose bir ceket giymiş ve bir de geniş uçlu kravat takmıştı… Geneli ise yarım şalvarlı, ceketli,kasketli bastonlu, fistanlı, peştamallı ve fesliydi. Ahir, bizim köylü bir, işte o zaman çok şaşırmıştı. Bir de aha şimdi, elektrikten önce direkleri gelirken çok şaşırdı…
Dediğim gibi, aylardan Haziran’dı, saat 12′ ye yaklaşmıştı. Çok sıcak bir hava vardı. Hafif bir esinti bile yoktu. Adamın dili damağı kuruyordu. Bizim elektik direklerini yüklenmiş eski bir kamyon, köye gelen toprak yolun ucunda belirdiğinde, hepimiz meydana toplanmıştık bile. Kamyon, öküzün hapşırması gibi tıslayarak ve tozu toprağa katarak geliyordu.
Muhtar, yanında tellalla birlikte daha ileriye çıkmış, kamyonu tam köye girerken karşılayabilmek için, çayın başına gitmişti. Köye baharları taşan bir çaydan geçilerek girilebiliyordu. Çayın üzerine birkaç defa köprü kurulmuştu; ama her defasında bu köprüler taşan suların altında kalmış, yıkılmıştı. Bu sene köylüler, köprü de yapmamıştı. Kağnılar, çayın derin olmayan bir yerine, doldurulmuş taşlar üzerinden, köye gelip gidiyordu.
Kamyon çayın başına geldiğinde önce tısladı, sonra yaşlı bir hasta kadın gibi ıhladı ve ancak yerinde birkaç kez titredikten sonra durabildi. İçinden memur kılıklı bir adam indi ve çayın akar sularına baktı. Muhtarla tellal da karşı kıyıdan adamı seyrediyorlardı. Adam, onlara seslendi:
‘Muhtar, buradan karşıya nasıl geçebiliriz? ‘ Muhtar, tellale dönerek,’ hadi söyle’ dedi. Tellal elini ağzına götürüp, megafon gibi yaparak bağırdı:
‘Hemşerim doğru yerdesiniz. Sürün arabayı çayın içine. Oralar taşla doludur. Korkmayın, sürün arabayı çayın içine’
Adam, ‘Sağolun’ dedikten sonra atladı kamyona.
Kamyon yine ıhlayıp tıslayıp titreyerek çalıştı. Yavaş yavaş suya girmeye başladı. Sıcaktan kavrulmuş, gevşemiş lastikler, serin suda kendilerine geldiler, karalaşıp dinçleştiler. Lastiklerden yayılan ferahlık kaportayı, damperi ve içindekileri de kendine getirdi. Mayışıklıktan gerneşip, esneyerek kurtuldular.
Kamyon daha çayın yarısına gelmişti ki; ön tekerleklerden biri, iki büyük taşın arasına sıkıştı. Şoför birkaç kez gazı kökledi; ama hiç fayda etmedi. Kamyon kudurmuş boğa gibi, olduğu yeri eşeleyip duruyordu. Şoför zorladıkça lastik, iki taş arasında pervane gibi dönüyordu. Döndükçe dipteki küçük taşları etrafa savuruyor, suları köpürtüyor ve kendine daha iyi yer edinerek, daha derine batıyordu. En sonunda lastik iki taş arasına öyle bir yerleşti ki; şoförün gaza basmasının artık hiçbir anlamı kalmadı… Muhtar huzursuzlanmaya başlamıştı. Ellerinin baş parmaklarını yeleğinin ceplerine sokarken, tellala:
‘Bak şu koca kamyonun yaptığına! ‘ dedi. ‘Bir çayı geçemedi. Kalıbına bakında bir şey sanır. Bizim kağnıların en kötüsü bile, şimdiye kaç kez geçmişti çayı. Ama iş tıksırmaya gelince, kağnıların gıcırtısından on kat fazla ses çıkartıyor namussuz.’
Tellal, muhtarı anladığını ve onayladığını belirtmek için, kasketli başını emme basma tulumba gibi bir kaç kez salladı.
Kadını,çocuğu, yaşlısı, genciyle bütün köylü meydanda toplanmış, kamyonu bekliyordu. Dağlardan kamyonun tozu dumana katarak geldiğini gören çoban da malı davarı hemen çayın kenarındaki otlağa kadar getirmişti. Mal davar otlanırken o, yanında iri kıyım kangal köpeği, elinde asası, kemerinde kavalı ve başında gri kasketiyle kamyonun suyla boğuşmasını izliyordu.
Kamyondakiler şaşkındı. Suyun ortasında kalmanın ve ne yapacaklarını bilememenin heyecanıyla çarpıyordu kalpleri. Takım elbiselilerden cam kenarında oturan, ‘Ne yapacağız’ diye sordu. Şoför anlamsız bir bakış fırlattı takım elbiseliye. Sonra birden kızgın bir ifadeyle, ‘Ben nerden bileyim.’ dedi. ‘Sanki sorumlu ben mişim gibi soruyorsun. Buraya elektrik direklerini göndermesini bilen devlet, yolunu ve köprüsünü de yapsaymış ya önceden.’
Bu karşılığa çok bozulan ortadaki takım elbiseli, öfkelenerek, ‘Devletimizi karıştırma bu işe.’ dedi. ‘Devletimiz elbette elektrik direklerinden önce, yollarını, köprülerini götürdü köylerine. 1950′lerden beri devam eden görkemli çalışmalar sonunda, bugün neredeyse yolu olmayan bir ilçe, bir belde, bir köy yoktur. Ama henüz ulaşılmamış olan, burası gibi küçük köyler vardır. Böyle küçük köylere, yoldan önce, elektrik direklerinin yetişmesi gayet normaldir. Çok sürmez, yüce devletimiz bu köylerin de yol, köprü gibi bütün alt yapı ihtiyaçlarını karşılar. Mutlaka karşılar. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.’
Çektiği ajitasyondan kendisi de memnun olmuş olmalıydı ki, rahatladı. Düşmüş omuzlarını dikleştirerek, koltuğa yasladı. Sonrada konuşmasını daha etkili bir şekilde sonuçlandırmak için olsa gerek, bilgiç ber sesle ekledi: ‘Ayrıca devletimiz ne yapması gerektiğini senden öğrenecek değil. Sen bir şoförsün, şoförlüğünü bil. Yoksa ondan da olur, aç açık ortada kalırsın.’
Kamyonda bu tartışmalar olurken muhtar,tellala, ‘Git,şu çobana, iki güçlü öküz getirmesini söyle.’ dedi. Tellal hemen seğirtti. Döndüğünde muhtardan ikinci buyruğu aldı: ‘Köyden bir boyunduruk getir.’ Tellal, bunun için de ikiletmeden seğirtti.
Birkaç dakika içinde öküzler ve boyunduruk geldi. Öküzler, öğlene kadar yediklerinin etkisiyle ağırlaşmış, miskinleşmeye yüz tutmuşlardı. İş yapmaya niyetleri yoktu. Ama çayın serin suları, onları da hafifçe titreterek kendilerine getirdi. Solmuş renkleri canlandı, gevşemiş derileri sertleşti, kuyrukları, kulakları dikleşti…
Muhtar, bu arada, ‘Hey,kamyondakiler! Şu halatı bağlayın.’ diye bağırdı. Aynı anda tellal, bir çımacı ustalığıyla ipi kamyonun üzerine doğru fırlattı. Halat havada yılankavi bir hareket yaparak, gitti kamyonun sol aynasına takıldı. Tellal, on metreden bu işi başarmanın kıvancıyla kubardı. Sağ elinin ayasıyla pos bıyıklarını ve kaba dudaklarını ovdu.
Şoför, kapıyı açarak halatı aynadan çıkarttı. Sıkıca kavramaya çalşırken, halatın suyun akışına doğru zorlayan kısmının etkisiyle, az kalsın elinden kaçırıyordu. Halatın su içinde kalmış ve ağırlaşmış kısmı, kocaman bir yay gibi gerilmişti. Şoför, kamyonun kaputunun üzerinde, sağ eliyle halatın ucunu tutarak ve sol eliyle de damperin ön kısımlarına tutunarak, güçlükle hareket ediyordu. Şoför, damperden elini çeker çekmez, kaputun en arkasına, ön camın dipine çömeldi. Hemen ayakkabılarının topuklarını kaputun çıkıntısına yerleştirdi.
O haldeyken bile halatı tutmakta zorlanıyordu. Bir an boş bulunsa, kaputun üzerinden top gibi yuvarlana yuvarlana, suyun içini boylaması işten bile değildi. Kolları, omuzları, gövdesi, dizleri, bacakları ince ince titriyordu. Titremelerini kontrol ettiği bir anda, topuklarını çıkıntıdan çekip, ayak uçlarını yerleştirerek, kaputun üzerine boylu boyunca uzandı.Şimdi kafası, sağ tarafa yakın bir yerden çaya sarkıyordu.Genelde metal renginde, suyun engellerle karşılaştığı yerlerde de beyaz beyaz köpüklenerek akan çayla şoförün matlaşmış yüzü arasında yarım metre ya var, ya yoktu. Şoförün kalp atışları hızlanmıştı. Birkaç dakika derin derin soluyarak rahatladıktan sonra, halatı ön tamponun ardındaki halkaya geçirmek için kollarını suya sarkıttı. Ama o haldeyken, elleriyle akan suyun gücüne karşı koyamıyordu. Ayaklarına mutlaka daha sağlam bir destek gerekiyordu. Bir iki denemenin ardından yapamayacağını anlayınca, kaputa bastırılmış karnından boğularak çıkıp gelen titrek ve kaba bir sesle içerdekilere, ‘Yan camlardan sarkarak şu ayaklarımı sıkıca tutun.’ diye seslendi.
İki takım elbiseli, yan camlardan sarkarak, şöförün ayaklarını yakaladı. Şoförün bir ayağı birinde, bir ayağı diğerinde kaldı. Bacakları geniş açılı bir ikizkenar üçgen meydana getirdi. Pantalonu neredeyse ortasından sökülecekmiş gibi gerildi.
Ayaklarından aldığı destekle, kollarını yeniden suya sarkıttı. Suya karşı koyabilmek için bütün kaslarını kasmış, kollarını dirseklerinden biraz bükerek, pazularını şişrmişti. Sağ elinde tuttuğu halatın ucunu tampon korunağındaki, kaportaya bitişik halkaya geçirmek için bir hamle yaptı. Bu arada bütün vücudu titredi; ayakları iki takım elbiselinin ellerinden biraz kaydı. Yüzü birkaç santim daha yaklaştı suya. Çayın uğultusu çınladı kulaklarında. Kavurucu sıcağa rağmen yüzünde, boğazında, ensesinde suyun serinliğini duyumsadı. Gözbebekleri bir kaç kat daha büyüdü.
Aniden, arkadakilerin kendisini ayaklarından tuttuğunu anımsayarak kendine geldi. Karnından ve leğen kemiklerinden destek alarak biraz geriye kaykıldı. Hemen ardından kaslarını daha büyük bir kuvvetle kasarak ikinci denemesini yaptı. Bu kez başardı ve halata ustaca bir gemici düğümü attı. Başarmanın hazzıyla, ayaklarından tutanlara,’Beni çekin.’ diye seslendi.
Şoförün seslenişi üzerine, sağ ayağını tutan takım elbiseli, bıraktı. Şimdi şoförün iki ayağını da direksiyon tarafındaki tutuyordu. Bu takım elbiseli, şoförü, ayaklarını iki eliyle iyice kavrayarak kendine doğru çekti. Şoför de ona, avuçiçleriyle ve dizleriyle geriye doğru kayarak yardımcı oluyordu. Kaputun yarısına geldiğinde dizlerinin üzerinde doğrularak, direksiyon tarafındaki kapının, suyun yüzeyiyle bütünleşmiş basamağına doğru hilal şeklinde bir hareketle sıçradı. Basamağa ayak uçlarıyla bastı ve hemen kapıyı açarak direksiyon koltuğuna oturdu.
Direksiyona yaslanıp koltuğu güzelce yerleştikten sonra, arkaya yaslanarak derin derin nefes alıp verdi bir süre. Rahatladı. Müşküle bir suratla yanındakilere dönerek, ‘Oh be! Başardım.’ dedi. Yanadakiler ablak ablak ona ve birbirlerine bakındılar. Şoför ani ve güçlü bir kahkaha kopardı. Yandekiler bir kaç saniye daha bomboş bakındılar şoföre.. Sonra nedense birden tekleyen motorlar gibi gülmeye başladılar.
Boyundurukları takılan öküzler, etlerine saplanan modolun yarattığı acıyla irkilerek bir iki adım atmaya çalıştılar. Ama kamyon çok ağırdı ve olduğu yere mıhlanmış gibiydi. Tellal, dünyanın bu en bahtsız hayvanlarına durmadan modul batırıyordu. Batırdıkça da ‘Ho ho! ….’ diye bağırıyordu.. Öküzlerin kaba etlerinden ince ince kan sızmaya başlamıştı. Öküzler her modul darbesinde acıyla kıvranıyor; kanı durdurmak için derilerini titretiyor ve çıkışı büyük bir taşla kapatılmış kaynaktan çıkıyormuş gibi tane tane ve iri iri gözyaşları döküyorlardı. Etraftan sezilmese de onlar ağlıyordu. Adeta arkalarındaki yüke lanet okuyor ve kaderlerine kahrediyorlardı. Yine de kurtulamıyorlardı. Üvengiderinin ucundaki modulun darbeleri ‘Ho,ho! …’ seslerine karışarak birbiri ardına batıp çıkıyordu kaba etlerine.. Artık bu darbeler bir işkenceye dönüşmüştü. Öküzler ellerinden geleni yapıyor; bütün güçleriyle ileriye doğru atılmak istiyor; boyunduruğu acı acı gıcırdatıyor; halatı geriyorlardı.. Ama olmuyordu. Bütün çabalar boşa gidiyordu. Kamyonun yerinden kıpıdamaya bile niyeti yoktu.Olmuyordu işte. Olmuyordu. Öküzler,ön ayaklarını çayın kenarındaki en sağlam taşlara dayamış; ileriye doğru kasılıp duruyorlardı.Halat geriliyor,geriliyordu..Boyunduruk gıcırdıyor, gıcırdıyordu…
Şoför kamyonu yeniden çalıştırmak için kontağı açtığında, öküzler kan ter çinde kalmışlardı. Kamyon hırıltılı bir gürültüyle çalışınca, öküzler arkalarında bir yeğnilik hissettiler. Kasları bu yeğniliğin etkisiye gevşedi. Boyunduruğun deri bağları ve halat esnedi. Öküzler tellalın modul darbeleriyle bir iki adım atarak bu esnekliği giderdiler. Her şey yeniden eski halini almıştı; ama bu sefer, şöförün de gaza basmasıyla, lastik yavaş yavaş taşın üzerine çıkıyordu. Hayvanların ve şoförün birkaç dakikalık gayretinin ardından lastik, tamamen taşın üstüne çıktı. Kamyondakiler ve kıyıdaki muhtarla tellal ‘Tamam işte oldu…’ bağrışmaları arasında rahat bir nefes aldılar. Burunlarından korkunç bir hışırtıyla soluyan öküzler de bu sevince sessiz ortak oldular.
Kamyon taşların üzerinden seke seke kıyıya vardığında, durdu. Şoför inerek gemici düğümü halatı çözmeye durdu. Bu arada iki takım elbiseli de inerek muhtarla tokalaştılar, sarılıp öpüştüler, hal hatırlarını sordular ve zaten otuz metre kadar ötede olan meydana doğru yürümeye başladılar. Şoförle tellal da kamyonla arkalarından geliyordu.
Muhtar,’Sizi zahmete soktuk’ dedi. ‘Ama mecburduk, köylü çok ısrar ediyordu…’
‘Ne münasebet,muhtar’ dedi takım elbiseliden birisi. ‘İşin içinde senin gül hatırın olunca, zahmetin adı mı olur.’ Diğeri ekledi: ‘Verdiğin para çok azdı; bizi buraya getirmeye yetmezdi; ama dediği gibi, işin içinde senin değerli hatırın olunca…’
Konuşa konuşa koca bir harmandan ibaret meydana geldiler. Kamyon meydana girince, köylülerden şaşkın ve gülüşmeli bir uğultu yükseldi. Kalabalık depreşti, cıvıldaştı…
Burnu sümüklü, ayakları çıplak bir çoçuk, korkudan anasının üçeteğine tutundu. Kamyon, meydanın içlerine doğru ilerledikçe, hıçkırarak anasının dizkapakları üzerinden bacaklarına gömdü kafasını… Meydan kenarındaki yaşlı dutun dallarındaki serçeler, ürkerek göğe ağdılar… Toprağın altındaki odalarında çalışan, dinlenen, ölülerini gömen karıncalar, sallandılar; deprem oldu sanıp çıkış yollarına seğirttiler…
Başları fesli, alınları penikli, yüzleri, elleri dövmeli esmer kadınlar, metrelerce uzunluktaki, çamdan yapılmış direkleri görünce şaşırdılar. Yanlarındaki kocalarına, ‘Göğe direk dikilir mi, herif?’ diye sordular. ‘Bu elektrik denen şeyi gökten Allah mı gönderecek? …’
Birkaç saat içinde, köyün genç ve orta yaşlı erkekleri, yarı çıplak bir halde, giderek ılıyan bir toprak ve etkisini her saat biraz daha yitiren Güneş arasında, ‘Çam yarması’ direkleri önceden kazılmış çukurlara yerleştirdiler.
Yerleşimi dağınık olmayan köyün içine, toplam beş tane direk dikildi. En son direk, çayın öte yakasındaki yolun kenarına, günde ancak bir defa geçen sarı minibüse otostop yapmak ister gibi dikildi. Direğin yanından, bu civardaki köylerden ilçeye kadar giden ve önemli bir kısmı, üzerinde deve dikenlerinin uçuştuğu bozkırın içinde olan, kilometrelerce uzunlukta toprak bir yol uzanıyordu. Birgün bu zavallı direği, en yakın yerdeki trafoya bağlayan başka direkler de dikilecekti.
Direk dikme çalışmaları sürerken, köyün kadınları da muntazam bir iş bölümüyle çok güzel yemekler hazırladılar. Hazırladıklarıyla muhtarın evinin salonunu donattılar. Etlisinden, unlusuna, sütlüsüne kadar hiçbir şeyin unutulmadığı bu yemekler, bir ziyafet havası estiriyordu salonda. Şahsen ben daha önce köyümüzde böyle bir sofra hazırlandığını hiç görmemiştim.
Sadece göze değil, mideye de bayram ettiren bu yemekleri muhtar, köyün ileni gelenleri ve misafirler güle eğlene, afiyetle yediler. Üzerine de közde demlenmiş çaylarını içtiler. Fasıl bittikten sonra, güneş ufukta sarımsı bir kırmızılık bırakarak çoktan batmıştı. Gün, akşam alaca karanlığına dönmüştü. Muhtar, oturduğu köşeden tellala, ‘Köye gerekli duyuruyu yap.’ dedi. Tellal hemen meydana koştu. İki elini dudaklarının kenarlarına götürüp huni gibi yaparak bağırdı:
‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Peynir ekmek yemeyin ve beni dinleyin. On beş dakika içinde, muhtar, meydanda bir toplantı yapacaktır. Köyden büyük küçük herkes gelecektir. Çabuk hazırlanın.’ Tellal bu duyuruyu üç kez tekrarladı. Bu arada çocuklar meydana üşüşmüştü bile… Muhtar, yanındaki iki takım elbiseli ve ihtiyar heyetiyle meydana geldiğinde, bütün köylü oradaydı. Muhtarın ne söyleyeceğini merak ediyorlardı. Muhtar, hazırlanan megafonsuz kürsüye çıktı:
‘Arkadaşlar! Analar! Babalar! Şimdi size bir müjde vereceğim. Gerçi siz, bu müjdenin ne olduğunu dikilen koca direklerden anladınız; ama ben yine de söyleyeceğim. Yoksa duramam; bugün hepiniz gibi benim de içim içime sığmıyor. Bu gün mutlu ve hem de umutluyum.
‘Evet, arkadaşlar, karılar, kocalar! Bugün köyümüze beş adet elektrik direği diktik. Bu direklerin hepsi çamdandır. Çok değerli ve de dayanıklıdırlar. Bir de yarın öbür gün telleri çekilince değmeyin keyfinize… Hemen teyp, radyo ve en önemlisi televizyon alırız. Alırız ve taa dünyanın öbür ucunda neler oluyor, neler bitiyor, aha bizim bu küçük köyümüzden öğreniriz. Duyar, görür, bilir, anlar ve böylece medeniyet insanlarına biraz daha yakınlaşırız. Görgümüz artar.
‘Evet ahali! Bu direkleri sizlerin değerli anlayışı ve büyük yardım ve hem de güçlü destekleri sonucu alabildik. Ama benim, ihtiyar heyetimizin ve hele de şurada, yanımda duran yüce gönüllü iki insanın büyük gayretlerini de unutmamak gerekir. Onların bu çabalarına minnettarız. Bu arkadaşlardan biri elektrik mühendisi, biri de SHP’ den İlçe Belediye Meclisi Azasıdır. ‘Arkadaşlar, ben konuşmamı burada bitiriyor ve sözü meclis azası değerli dostumuza bırakıyorum. Sağlıcakla kalın…’
Sözü, biraz göbekli, alnı hafif açık ve parlak kunduralı olan takım elbiseli aldı:
‘Çok kıymetli Telbastı ahalisi! Sizleri en derin sevgilerimle selamlıyorum. Keşke kocaman kollarım olsaydı. O zaman hepinizi kucaklardım da… ‘Kıymetli arkadaşlar! Bugün köyünüze direkler dikildi. Siz de direklendiniz. Hayırlı olsun. Bizim, gerekli resmi usüller çerçevesinde yürüttüğümüz çabalarımız, başvurularımız olduysa da; direklerin gelmesinde asıl pay sizlerin, milletin efendisi olan siz çok kıymetli köylü vatandaşlarımızındır.
Sizler fedakarlık göstermeseydiniz, gerekli paraları vermeseydiniz ve daha da önemlisi muhtarınız aracılığıyla, bir yıl sonraki seçimlerde, bizim biricik partimizi destekleyeceğinizi beyan etmemiş olsaydınız, bu direkler gelir miydi? Açık söylüyorum ki; gelmezdi. Ne yazık ki; bu düzen böyledir. Rüşvet üzerine kurulmuştur. Elbette biz, sizlerin işini rüşvetle görmedik. Yasal çerçevelerin dışına taşmadık. Zaten, rüşvet, yüz kızartıcı işler parti olarak bizim ilke ve değerlerimize terstir. Ama iktidarda olmadığımızdan her türlü pislik ve ahlaksızlığı ortadan kaldıracak köklü değişimler yapamıyoruz. ANAP iktidarı yıllardır uyguladığı kuzuları kurtlara yem eden özelleştirmeci, köşe dönmeci ekonomik ve yoz, kozmopolitik kültürel politikalar sonucu, ülkemizi bu hale sokmuştur. On yıllar önceki Türkiye’ yle şimdiki Türkiye’ye baktığımızda, ülkemizi tanımakta güçlük çekiyoruz, hatta hiç tanıyamıyoruz arkadaşlar.
‘Enflasyon hiç bu kadar fırlamamıştı; taban fiyataları hiç bu kadar aşağı çekilmemişti; kredi ve sübvansiyonlar kesilerek köylülerimiz tefecilerin eline hiç bu kadar düşürülmemişti; ithal ithal diye diye, ürünler tarlada hiç bu kadar çürütülmemişti… Kısacası arkadaşlar; açlık, yoksulluk, sefalet ülkemizde hiç bu kadar artmamıştı.’
‘Ama bu devran böyle gitmez, gitmemelidir. Bu zevk ve sefa iktidarına, baskı politikalarına dur diyecek olan sizlersiniz arkadaşlar! Siz bu aziz milletin efendilerisiniz arkadaşlar! Bu misyonu size Ulu Önder Atatürk vermiştir. Bu nedenle misyonunuzun gereklerini yerine getirmek, sizin için sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir.
‘Bugün bu görevinizin gereği, milletin başına musallat olmuş ve bütün siyasal, sosyal, ekonomik sorunların kaynağı olan ANAP iktidarını güçlü kollarınızla kaldırıp yere çalmaktır. Sorunların kaynağında siz yokken, bütün faturalar size çıkartılıyor arkadaşlar… Artık bu devrana bir dur deyin; yeme içme saltanatına bir son verin arkadaşlar!
Son vermek için de bizi seçin,oylarınızı SHP’ ye verin…
‘Teşekkür ederim.’
Size,bu politikacı adamın süslü konuşmasını,köylünün dinlemesini nasıl anlatsam da anlamazsınız. Yani o sahneyi anlatabilmem mümkün değil. Köylüler galeyana gelmiş gibiydiler. Yerlerinde duramıyorlar; ‘Yaşa! .. Helal! .. Diline kurban! ..’ sesleri arasında adamı çılgınca alkışlıyorlardı…
Savas Celiker
19 Ocak 1999 (Ümraniye)
Bu yazı, yazarın izniyle www.fatihmehmetyildirim.com dışında, diğer sitelerde de
yayınlanacaktır. www.genelce.com, www.argun.org ve www.ozgurmedya.org danda
takip edile bilinir. Bu sitelerde yazarın diğer yazılarıda mevcuttur
1986… Mevsim Yaz…Aylardan Haziran…Elektrik icat edileli çok olmuştu; ama bizim fukara köyümüze, elektrik denilen şey, daha yeni geliyordu. O da kendisi değil, önce direkleri geliyordu, köylünün elektrikten de, elektrikli ev aletlerinden de haberi yoktu. Sadece on beş yıl önce, pilli bir radyo gelmişti köyümüze.
O radyo geldiğinde çok şaşırmıştık. Muhtar getirmişti onu evine. Sesini de sonuna kadar açmış, yayın yapıyordu. Kendisi de evinin önündeki hamağa uzanmış sallanıyor ve kaliteli tütün sarmasını tüttürüyordu. Öyle bir kubarmış, şişinmişti ki; havadaki bütün gazları çektiğini sanırdınız.
O kara kutunun sesi köyden duyulunca, bütün çocuklar muhtarın evine üşüşmüş, radyoyu garip garip seyre koyulmuşlardı. Radyodan sesler geldikçe çocuklar gülüşüyor; adamlar bu kara kutunun neresine saklandılar, diye radyonun altına, üstüne, sağına, soluna bakınıp, tekrar tekrar gülüşüyorlardı. Muhtar da çocukların şaşkınlığından memnun, şöyle demişti: ‘Sakın dokunmayın ha! Bakın ama dokunmayın. Çok değerlidir o. Şehir işidir, siz anlamazsınız. Ve hem de bizim şehirlilerin değil, Alaman şehirlerinin işidir. Yani gavurların işidir. Sağolsun, amcaoğlu yollamış oradan. Bin kere sağolsun, zaten çok kadir kıymet bilir bir adamdı. Az mı yardımcı oldum ona buradayken. Bir nevi borcunu ödemek istemiştir bana. Hem de düşünmüştür oralardaki medeniyet insanlarını gördükçe, kendi hemşerilerinin ne kadar geri kaldıklarını düşünmüştür. Düşünmüş ve bu radyoyu bize medeniyet öğretsin diye göndermiştir.Hakkaten kadir kıymet bilir bir adammış Süleyman. Ve hem de akıllı ve hem de düşünceli. Lan sakın dokunmayın, lan! Hadi bu kadar yeter, gidin analarınızı, babalarınızı da çağırın. Onlar da gelip baksınlar, medeniyet kutusunu görsünler.’
Ama muhtarın çağırtmasına gerek kalmadan, sesleri duyan köylüler, muhtarın evine resmi zevat geldiğini sanarak, üstlerini, başlarını alelacele düzelterek koşturup gelmişlerdi. Gelmişler ve hamağından kalkıp gitmiş, içerde çocuklarla konuşan muhtarın evinin önünde, kırk kişilik bir kuyruk oluşturmuşlardı. Hepsi, komutanlarını bekleyen erler gibi, hazrola geçmişti. Kimseden çıt çıkmıyordu.
Görüntüleri de garipti: Kimi hamur teknesinin başından kalkmış, üzerindeki unları silkeleyeyim derken, her tarafını una bulamıştı; kimi tezek yapmak için çiğnediği ahbunu, çizmelerinden yeterince çıkartamamıştı; kimi de çalışmaktan ter içinde kalmış, yakası simsiyah gömleğinin üzerine ekose bir ceket giymiş ve bir de geniş uçlu kravat takmıştı… Geneli ise yarım şalvarlı, ceketli,kasketli bastonlu, fistanlı, peştamallı ve fesliydi. Ahir, bizim köylü bir, işte o zaman çok şaşırmıştı. Bir de aha şimdi, elektrikten önce direkleri gelirken çok şaşırdı…
Dediğim gibi, aylardan Haziran’dı, saat 12′ ye yaklaşmıştı. Çok sıcak bir hava vardı. Hafif bir esinti bile yoktu. Adamın dili damağı kuruyordu. Bizim elektik direklerini yüklenmiş eski bir kamyon, köye gelen toprak yolun ucunda belirdiğinde, hepimiz meydana toplanmıştık bile. Kamyon, öküzün hapşırması gibi tıslayarak ve tozu toprağa katarak geliyordu.
Muhtar, yanında tellalla birlikte daha ileriye çıkmış, kamyonu tam köye girerken karşılayabilmek için, çayın başına gitmişti. Köye baharları taşan bir çaydan geçilerek girilebiliyordu. Çayın üzerine birkaç defa köprü kurulmuştu; ama her defasında bu köprüler taşan suların altında kalmış, yıkılmıştı. Bu sene köylüler, köprü de yapmamıştı. Kağnılar, çayın derin olmayan bir yerine, doldurulmuş taşlar üzerinden, köye gelip gidiyordu.
Kamyon çayın başına geldiğinde önce tısladı, sonra yaşlı bir hasta kadın gibi ıhladı ve ancak yerinde birkaç kez titredikten sonra durabildi. İçinden memur kılıklı bir adam indi ve çayın akar sularına baktı. Muhtarla tellal da karşı kıyıdan adamı seyrediyorlardı. Adam, onlara seslendi:
‘Muhtar, buradan karşıya nasıl geçebiliriz? ‘ Muhtar, tellale dönerek,’ hadi söyle’ dedi. Tellal elini ağzına götürüp, megafon gibi yaparak bağırdı:
‘Hemşerim doğru yerdesiniz. Sürün arabayı çayın içine. Oralar taşla doludur. Korkmayın, sürün arabayı çayın içine’
Adam, ‘Sağolun’ dedikten sonra atladı kamyona.
Kamyon yine ıhlayıp tıslayıp titreyerek çalıştı. Yavaş yavaş suya girmeye başladı. Sıcaktan kavrulmuş, gevşemiş lastikler, serin suda kendilerine geldiler, karalaşıp dinçleştiler. Lastiklerden yayılan ferahlık kaportayı, damperi ve içindekileri de kendine getirdi. Mayışıklıktan gerneşip, esneyerek kurtuldular.
Kamyon daha çayın yarısına gelmişti ki; ön tekerleklerden biri, iki büyük taşın arasına sıkıştı. Şoför birkaç kez gazı kökledi; ama hiç fayda etmedi. Kamyon kudurmuş boğa gibi, olduğu yeri eşeleyip duruyordu. Şoför zorladıkça lastik, iki taş arasında pervane gibi dönüyordu. Döndükçe dipteki küçük taşları etrafa savuruyor, suları köpürtüyor ve kendine daha iyi yer edinerek, daha derine batıyordu. En sonunda lastik iki taş arasına öyle bir yerleşti ki; şoförün gaza basmasının artık hiçbir anlamı kalmadı… Muhtar huzursuzlanmaya başlamıştı. Ellerinin baş parmaklarını yeleğinin ceplerine sokarken, tellala:
‘Bak şu koca kamyonun yaptığına! ‘ dedi. ‘Bir çayı geçemedi. Kalıbına bakında bir şey sanır. Bizim kağnıların en kötüsü bile, şimdiye kaç kez geçmişti çayı. Ama iş tıksırmaya gelince, kağnıların gıcırtısından on kat fazla ses çıkartıyor namussuz.’
Tellal, muhtarı anladığını ve onayladığını belirtmek için, kasketli başını emme basma tulumba gibi bir kaç kez salladı.
Kadını,çocuğu, yaşlısı, genciyle bütün köylü meydanda toplanmış, kamyonu bekliyordu. Dağlardan kamyonun tozu dumana katarak geldiğini gören çoban da malı davarı hemen çayın kenarındaki otlağa kadar getirmişti. Mal davar otlanırken o, yanında iri kıyım kangal köpeği, elinde asası, kemerinde kavalı ve başında gri kasketiyle kamyonun suyla boğuşmasını izliyordu.
Kamyondakiler şaşkındı. Suyun ortasında kalmanın ve ne yapacaklarını bilememenin heyecanıyla çarpıyordu kalpleri. Takım elbiselilerden cam kenarında oturan, ‘Ne yapacağız’ diye sordu. Şoför anlamsız bir bakış fırlattı takım elbiseliye. Sonra birden kızgın bir ifadeyle, ‘Ben nerden bileyim.’ dedi. ‘Sanki sorumlu ben mişim gibi soruyorsun. Buraya elektrik direklerini göndermesini bilen devlet, yolunu ve köprüsünü de yapsaymış ya önceden.’
Bu karşılığa çok bozulan ortadaki takım elbiseli, öfkelenerek, ‘Devletimizi karıştırma bu işe.’ dedi. ‘Devletimiz elbette elektrik direklerinden önce, yollarını, köprülerini götürdü köylerine. 1950′lerden beri devam eden görkemli çalışmalar sonunda, bugün neredeyse yolu olmayan bir ilçe, bir belde, bir köy yoktur. Ama henüz ulaşılmamış olan, burası gibi küçük köyler vardır. Böyle küçük köylere, yoldan önce, elektrik direklerinin yetişmesi gayet normaldir. Çok sürmez, yüce devletimiz bu köylerin de yol, köprü gibi bütün alt yapı ihtiyaçlarını karşılar. Mutlaka karşılar. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.’
Çektiği ajitasyondan kendisi de memnun olmuş olmalıydı ki, rahatladı. Düşmüş omuzlarını dikleştirerek, koltuğa yasladı. Sonrada konuşmasını daha etkili bir şekilde sonuçlandırmak için olsa gerek, bilgiç ber sesle ekledi: ‘Ayrıca devletimiz ne yapması gerektiğini senden öğrenecek değil. Sen bir şoförsün, şoförlüğünü bil. Yoksa ondan da olur, aç açık ortada kalırsın.’
Kamyonda bu tartışmalar olurken muhtar,tellala, ‘Git,şu çobana, iki güçlü öküz getirmesini söyle.’ dedi. Tellal hemen seğirtti. Döndüğünde muhtardan ikinci buyruğu aldı: ‘Köyden bir boyunduruk getir.’ Tellal, bunun için de ikiletmeden seğirtti.
Birkaç dakika içinde öküzler ve boyunduruk geldi. Öküzler, öğlene kadar yediklerinin etkisiyle ağırlaşmış, miskinleşmeye yüz tutmuşlardı. İş yapmaya niyetleri yoktu. Ama çayın serin suları, onları da hafifçe titreterek kendilerine getirdi. Solmuş renkleri canlandı, gevşemiş derileri sertleşti, kuyrukları, kulakları dikleşti…
Muhtar, bu arada, ‘Hey,kamyondakiler! Şu halatı bağlayın.’ diye bağırdı. Aynı anda tellal, bir çımacı ustalığıyla ipi kamyonun üzerine doğru fırlattı. Halat havada yılankavi bir hareket yaparak, gitti kamyonun sol aynasına takıldı. Tellal, on metreden bu işi başarmanın kıvancıyla kubardı. Sağ elinin ayasıyla pos bıyıklarını ve kaba dudaklarını ovdu.
Şoför, kapıyı açarak halatı aynadan çıkarttı. Sıkıca kavramaya çalşırken, halatın suyun akışına doğru zorlayan kısmının etkisiyle, az kalsın elinden kaçırıyordu. Halatın su içinde kalmış ve ağırlaşmış kısmı, kocaman bir yay gibi gerilmişti. Şoför, kamyonun kaputunun üzerinde, sağ eliyle halatın ucunu tutarak ve sol eliyle de damperin ön kısımlarına tutunarak, güçlükle hareket ediyordu. Şoför, damperden elini çeker çekmez, kaputun en arkasına, ön camın dipine çömeldi. Hemen ayakkabılarının topuklarını kaputun çıkıntısına yerleştirdi.
O haldeyken bile halatı tutmakta zorlanıyordu. Bir an boş bulunsa, kaputun üzerinden top gibi yuvarlana yuvarlana, suyun içini boylaması işten bile değildi. Kolları, omuzları, gövdesi, dizleri, bacakları ince ince titriyordu. Titremelerini kontrol ettiği bir anda, topuklarını çıkıntıdan çekip, ayak uçlarını yerleştirerek, kaputun üzerine boylu boyunca uzandı.Şimdi kafası, sağ tarafa yakın bir yerden çaya sarkıyordu.Genelde metal renginde, suyun engellerle karşılaştığı yerlerde de beyaz beyaz köpüklenerek akan çayla şoförün matlaşmış yüzü arasında yarım metre ya var, ya yoktu. Şoförün kalp atışları hızlanmıştı. Birkaç dakika derin derin soluyarak rahatladıktan sonra, halatı ön tamponun ardındaki halkaya geçirmek için kollarını suya sarkıttı. Ama o haldeyken, elleriyle akan suyun gücüne karşı koyamıyordu. Ayaklarına mutlaka daha sağlam bir destek gerekiyordu. Bir iki denemenin ardından yapamayacağını anlayınca, kaputa bastırılmış karnından boğularak çıkıp gelen titrek ve kaba bir sesle içerdekilere, ‘Yan camlardan sarkarak şu ayaklarımı sıkıca tutun.’ diye seslendi.
İki takım elbiseli, yan camlardan sarkarak, şöförün ayaklarını yakaladı. Şoförün bir ayağı birinde, bir ayağı diğerinde kaldı. Bacakları geniş açılı bir ikizkenar üçgen meydana getirdi. Pantalonu neredeyse ortasından sökülecekmiş gibi gerildi.
Ayaklarından aldığı destekle, kollarını yeniden suya sarkıttı. Suya karşı koyabilmek için bütün kaslarını kasmış, kollarını dirseklerinden biraz bükerek, pazularını şişrmişti. Sağ elinde tuttuğu halatın ucunu tampon korunağındaki, kaportaya bitişik halkaya geçirmek için bir hamle yaptı. Bu arada bütün vücudu titredi; ayakları iki takım elbiselinin ellerinden biraz kaydı. Yüzü birkaç santim daha yaklaştı suya. Çayın uğultusu çınladı kulaklarında. Kavurucu sıcağa rağmen yüzünde, boğazında, ensesinde suyun serinliğini duyumsadı. Gözbebekleri bir kaç kat daha büyüdü.
Aniden, arkadakilerin kendisini ayaklarından tuttuğunu anımsayarak kendine geldi. Karnından ve leğen kemiklerinden destek alarak biraz geriye kaykıldı. Hemen ardından kaslarını daha büyük bir kuvvetle kasarak ikinci denemesini yaptı. Bu kez başardı ve halata ustaca bir gemici düğümü attı. Başarmanın hazzıyla, ayaklarından tutanlara,’Beni çekin.’ diye seslendi.
Şoförün seslenişi üzerine, sağ ayağını tutan takım elbiseli, bıraktı. Şimdi şoförün iki ayağını da direksiyon tarafındaki tutuyordu. Bu takım elbiseli, şoförü, ayaklarını iki eliyle iyice kavrayarak kendine doğru çekti. Şoför de ona, avuçiçleriyle ve dizleriyle geriye doğru kayarak yardımcı oluyordu. Kaputun yarısına geldiğinde dizlerinin üzerinde doğrularak, direksiyon tarafındaki kapının, suyun yüzeyiyle bütünleşmiş basamağına doğru hilal şeklinde bir hareketle sıçradı. Basamağa ayak uçlarıyla bastı ve hemen kapıyı açarak direksiyon koltuğuna oturdu.
Direksiyona yaslanıp koltuğu güzelce yerleştikten sonra, arkaya yaslanarak derin derin nefes alıp verdi bir süre. Rahatladı. Müşküle bir suratla yanındakilere dönerek, ‘Oh be! Başardım.’ dedi. Yanadakiler ablak ablak ona ve birbirlerine bakındılar. Şoför ani ve güçlü bir kahkaha kopardı. Yandekiler bir kaç saniye daha bomboş bakındılar şoföre.. Sonra nedense birden tekleyen motorlar gibi gülmeye başladılar.
Boyundurukları takılan öküzler, etlerine saplanan modolun yarattığı acıyla irkilerek bir iki adım atmaya çalıştılar. Ama kamyon çok ağırdı ve olduğu yere mıhlanmış gibiydi. Tellal, dünyanın bu en bahtsız hayvanlarına durmadan modul batırıyordu. Batırdıkça da ‘Ho ho! ….’ diye bağırıyordu.. Öküzlerin kaba etlerinden ince ince kan sızmaya başlamıştı. Öküzler her modul darbesinde acıyla kıvranıyor; kanı durdurmak için derilerini titretiyor ve çıkışı büyük bir taşla kapatılmış kaynaktan çıkıyormuş gibi tane tane ve iri iri gözyaşları döküyorlardı. Etraftan sezilmese de onlar ağlıyordu. Adeta arkalarındaki yüke lanet okuyor ve kaderlerine kahrediyorlardı. Yine de kurtulamıyorlardı. Üvengiderinin ucundaki modulun darbeleri ‘Ho,ho! …’ seslerine karışarak birbiri ardına batıp çıkıyordu kaba etlerine.. Artık bu darbeler bir işkenceye dönüşmüştü. Öküzler ellerinden geleni yapıyor; bütün güçleriyle ileriye doğru atılmak istiyor; boyunduruğu acı acı gıcırdatıyor; halatı geriyorlardı.. Ama olmuyordu. Bütün çabalar boşa gidiyordu. Kamyonun yerinden kıpıdamaya bile niyeti yoktu.Olmuyordu işte. Olmuyordu. Öküzler,ön ayaklarını çayın kenarındaki en sağlam taşlara dayamış; ileriye doğru kasılıp duruyorlardı.Halat geriliyor,geriliyordu..Boyunduruk gıcırdıyor, gıcırdıyordu…
Şoför kamyonu yeniden çalıştırmak için kontağı açtığında, öküzler kan ter çinde kalmışlardı. Kamyon hırıltılı bir gürültüyle çalışınca, öküzler arkalarında bir yeğnilik hissettiler. Kasları bu yeğniliğin etkisiye gevşedi. Boyunduruğun deri bağları ve halat esnedi. Öküzler tellalın modul darbeleriyle bir iki adım atarak bu esnekliği giderdiler. Her şey yeniden eski halini almıştı; ama bu sefer, şöförün de gaza basmasıyla, lastik yavaş yavaş taşın üzerine çıkıyordu. Hayvanların ve şoförün birkaç dakikalık gayretinin ardından lastik, tamamen taşın üstüne çıktı. Kamyondakiler ve kıyıdaki muhtarla tellal ‘Tamam işte oldu…’ bağrışmaları arasında rahat bir nefes aldılar. Burunlarından korkunç bir hışırtıyla soluyan öküzler de bu sevince sessiz ortak oldular.
Kamyon taşların üzerinden seke seke kıyıya vardığında, durdu. Şoför inerek gemici düğümü halatı çözmeye durdu. Bu arada iki takım elbiseli de inerek muhtarla tokalaştılar, sarılıp öpüştüler, hal hatırlarını sordular ve zaten otuz metre kadar ötede olan meydana doğru yürümeye başladılar. Şoförle tellal da kamyonla arkalarından geliyordu.
Muhtar,’Sizi zahmete soktuk’ dedi. ‘Ama mecburduk, köylü çok ısrar ediyordu…’
‘Ne münasebet,muhtar’ dedi takım elbiseliden birisi. ‘İşin içinde senin gül hatırın olunca, zahmetin adı mı olur.’ Diğeri ekledi: ‘Verdiğin para çok azdı; bizi buraya getirmeye yetmezdi; ama dediği gibi, işin içinde senin değerli hatırın olunca…’
Konuşa konuşa koca bir harmandan ibaret meydana geldiler. Kamyon meydana girince, köylülerden şaşkın ve gülüşmeli bir uğultu yükseldi. Kalabalık depreşti, cıvıldaştı…
Burnu sümüklü, ayakları çıplak bir çoçuk, korkudan anasının üçeteğine tutundu. Kamyon, meydanın içlerine doğru ilerledikçe, hıçkırarak anasının dizkapakları üzerinden bacaklarına gömdü kafasını… Meydan kenarındaki yaşlı dutun dallarındaki serçeler, ürkerek göğe ağdılar… Toprağın altındaki odalarında çalışan, dinlenen, ölülerini gömen karıncalar, sallandılar; deprem oldu sanıp çıkış yollarına seğirttiler…
Başları fesli, alınları penikli, yüzleri, elleri dövmeli esmer kadınlar, metrelerce uzunluktaki, çamdan yapılmış direkleri görünce şaşırdılar. Yanlarındaki kocalarına, ‘Göğe direk dikilir mi, herif?’ diye sordular. ‘Bu elektrik denen şeyi gökten Allah mı gönderecek? …’
Birkaç saat içinde, köyün genç ve orta yaşlı erkekleri, yarı çıplak bir halde, giderek ılıyan bir toprak ve etkisini her saat biraz daha yitiren Güneş arasında, ‘Çam yarması’ direkleri önceden kazılmış çukurlara yerleştirdiler.
Yerleşimi dağınık olmayan köyün içine, toplam beş tane direk dikildi. En son direk, çayın öte yakasındaki yolun kenarına, günde ancak bir defa geçen sarı minibüse otostop yapmak ister gibi dikildi. Direğin yanından, bu civardaki köylerden ilçeye kadar giden ve önemli bir kısmı, üzerinde deve dikenlerinin uçuştuğu bozkırın içinde olan, kilometrelerce uzunlukta toprak bir yol uzanıyordu. Birgün bu zavallı direği, en yakın yerdeki trafoya bağlayan başka direkler de dikilecekti.
Direk dikme çalışmaları sürerken, köyün kadınları da muntazam bir iş bölümüyle çok güzel yemekler hazırladılar. Hazırladıklarıyla muhtarın evinin salonunu donattılar. Etlisinden, unlusuna, sütlüsüne kadar hiçbir şeyin unutulmadığı bu yemekler, bir ziyafet havası estiriyordu salonda. Şahsen ben daha önce köyümüzde böyle bir sofra hazırlandığını hiç görmemiştim.
Sadece göze değil, mideye de bayram ettiren bu yemekleri muhtar, köyün ileni gelenleri ve misafirler güle eğlene, afiyetle yediler. Üzerine de közde demlenmiş çaylarını içtiler. Fasıl bittikten sonra, güneş ufukta sarımsı bir kırmızılık bırakarak çoktan batmıştı. Gün, akşam alaca karanlığına dönmüştü. Muhtar, oturduğu köşeden tellala, ‘Köye gerekli duyuruyu yap.’ dedi. Tellal hemen meydana koştu. İki elini dudaklarının kenarlarına götürüp huni gibi yaparak bağırdı:
‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Peynir ekmek yemeyin ve beni dinleyin. On beş dakika içinde, muhtar, meydanda bir toplantı yapacaktır. Köyden büyük küçük herkes gelecektir. Çabuk hazırlanın.’ Tellal bu duyuruyu üç kez tekrarladı. Bu arada çocuklar meydana üşüşmüştü bile… Muhtar, yanındaki iki takım elbiseli ve ihtiyar heyetiyle meydana geldiğinde, bütün köylü oradaydı. Muhtarın ne söyleyeceğini merak ediyorlardı. Muhtar, hazırlanan megafonsuz kürsüye çıktı:
‘Arkadaşlar! Analar! Babalar! Şimdi size bir müjde vereceğim. Gerçi siz, bu müjdenin ne olduğunu dikilen koca direklerden anladınız; ama ben yine de söyleyeceğim. Yoksa duramam; bugün hepiniz gibi benim de içim içime sığmıyor. Bu gün mutlu ve hem de umutluyum.
‘Evet, arkadaşlar, karılar, kocalar! Bugün köyümüze beş adet elektrik direği diktik. Bu direklerin hepsi çamdandır. Çok değerli ve de dayanıklıdırlar. Bir de yarın öbür gün telleri çekilince değmeyin keyfinize… Hemen teyp, radyo ve en önemlisi televizyon alırız. Alırız ve taa dünyanın öbür ucunda neler oluyor, neler bitiyor, aha bizim bu küçük köyümüzden öğreniriz. Duyar, görür, bilir, anlar ve böylece medeniyet insanlarına biraz daha yakınlaşırız. Görgümüz artar.
‘Evet ahali! Bu direkleri sizlerin değerli anlayışı ve büyük yardım ve hem de güçlü destekleri sonucu alabildik. Ama benim, ihtiyar heyetimizin ve hele de şurada, yanımda duran yüce gönüllü iki insanın büyük gayretlerini de unutmamak gerekir. Onların bu çabalarına minnettarız. Bu arkadaşlardan biri elektrik mühendisi, biri de SHP’ den İlçe Belediye Meclisi Azasıdır. ‘Arkadaşlar, ben konuşmamı burada bitiriyor ve sözü meclis azası değerli dostumuza bırakıyorum. Sağlıcakla kalın…’
Sözü, biraz göbekli, alnı hafif açık ve parlak kunduralı olan takım elbiseli aldı:
‘Çok kıymetli Telbastı ahalisi! Sizleri en derin sevgilerimle selamlıyorum. Keşke kocaman kollarım olsaydı. O zaman hepinizi kucaklardım da… ‘Kıymetli arkadaşlar! Bugün köyünüze direkler dikildi. Siz de direklendiniz. Hayırlı olsun. Bizim, gerekli resmi usüller çerçevesinde yürüttüğümüz çabalarımız, başvurularımız olduysa da; direklerin gelmesinde asıl pay sizlerin, milletin efendisi olan siz çok kıymetli köylü vatandaşlarımızındır.
Sizler fedakarlık göstermeseydiniz, gerekli paraları vermeseydiniz ve daha da önemlisi muhtarınız aracılığıyla, bir yıl sonraki seçimlerde, bizim biricik partimizi destekleyeceğinizi beyan etmemiş olsaydınız, bu direkler gelir miydi? Açık söylüyorum ki; gelmezdi. Ne yazık ki; bu düzen böyledir. Rüşvet üzerine kurulmuştur. Elbette biz, sizlerin işini rüşvetle görmedik. Yasal çerçevelerin dışına taşmadık. Zaten, rüşvet, yüz kızartıcı işler parti olarak bizim ilke ve değerlerimize terstir. Ama iktidarda olmadığımızdan her türlü pislik ve ahlaksızlığı ortadan kaldıracak köklü değişimler yapamıyoruz. ANAP iktidarı yıllardır uyguladığı kuzuları kurtlara yem eden özelleştirmeci, köşe dönmeci ekonomik ve yoz, kozmopolitik kültürel politikalar sonucu, ülkemizi bu hale sokmuştur. On yıllar önceki Türkiye’ yle şimdiki Türkiye’ye baktığımızda, ülkemizi tanımakta güçlük çekiyoruz, hatta hiç tanıyamıyoruz arkadaşlar.
‘Enflasyon hiç bu kadar fırlamamıştı; taban fiyataları hiç bu kadar aşağı çekilmemişti; kredi ve sübvansiyonlar kesilerek köylülerimiz tefecilerin eline hiç bu kadar düşürülmemişti; ithal ithal diye diye, ürünler tarlada hiç bu kadar çürütülmemişti… Kısacası arkadaşlar; açlık, yoksulluk, sefalet ülkemizde hiç bu kadar artmamıştı.’
‘Ama bu devran böyle gitmez, gitmemelidir. Bu zevk ve sefa iktidarına, baskı politikalarına dur diyecek olan sizlersiniz arkadaşlar! Siz bu aziz milletin efendilerisiniz arkadaşlar! Bu misyonu size Ulu Önder Atatürk vermiştir. Bu nedenle misyonunuzun gereklerini yerine getirmek, sizin için sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir.
‘Bugün bu görevinizin gereği, milletin başına musallat olmuş ve bütün siyasal, sosyal, ekonomik sorunların kaynağı olan ANAP iktidarını güçlü kollarınızla kaldırıp yere çalmaktır. Sorunların kaynağında siz yokken, bütün faturalar size çıkartılıyor arkadaşlar… Artık bu devrana bir dur deyin; yeme içme saltanatına bir son verin arkadaşlar!
Son vermek için de bizi seçin,oylarınızı SHP’ ye verin…
‘Teşekkür ederim.’
Size,bu politikacı adamın süslü konuşmasını,köylünün dinlemesini nasıl anlatsam da anlamazsınız. Yani o sahneyi anlatabilmem mümkün değil. Köylüler galeyana gelmiş gibiydiler. Yerlerinde duramıyorlar; ‘Yaşa! .. Helal! .. Diline kurban! ..’ sesleri arasında adamı çılgınca alkışlıyorlardı…
Savas Celiker
19 Ocak 1999 (Ümraniye)
Bu yazı, yazarın izniyle www.fatihmehmetyildirim.com dışında, diğer sitelerde de
yayınlanacaktır. www.genelce.com, www.argun.org ve www.ozgurmedya.org danda
takip edile bilinir. Bu sitelerde yazarın diğer yazılarıda mevcuttur
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa