Halkevi Panel 2
İlk konuşmacı olarak söz alan Engin Erkiner, THKP-C ve THKO tarihlerine ana hatlarıyla hemen hemen herkesin vakıf olduğunu, bu nedenle bilinenlerle değil daha çok bilinmeyen yönleriyle bu iki harekete özgü tarihe açıklama getirmeye çalışacağını söyleyerek sözlerine başladı. Gerçekten de dediği gibi yaparak tarihimizin o dönemine özgü olan pek bilinmeyen detaylara değindi. Anlatımlarından öğrendik ki, THKP-C ve THKO arasında öyle sanıldığı veya abartıldığı gibi bir dayanışma yok, daha çok bir rekabet vardı. Dayanışma esas olarak Denizlerin idamlarının engellenebilmesine dönük olarak gerçekleşmiştir. Ama bu tarihten önce veya daha sonra da artarak devam edeceği gibi, bu iki hareket arasında cidi bir tartışma hatta esaslı bir rekabet söz konusudur. Örneğin THKO 1970 Kasım sonlarında, Ankara’da İş Bankası soygunu ve 4 Amerikalı askerin kaçırılmasıyla harekete geçtiğinde, THKP-C tarafından korkunç eleştirildi. Çok erken harekete geçmekle suçlandı. Ama bu çıkış pek çok kadronun THKO saflarına geçmesine neden olmuştu. O nedenle THKP-C zaten aslında gerçekleşmiş olan kuruluşunu ilan etme kararı alır ve bu amaçla İstanbul’a gider. Çünkü Ankara’da baskılar artmış ve bu şehir iki silahlı örgüt için artık oldukça dar gelmektedir. Bundan sonra THKP-C İstanbul’da eylemlerine devam edecektir.
Erkiner bu tarihi anlatırken önemli bir soru daha sorarak açıklamalarda bulundu. Bu iki hareketin çıkış yerleri neden yılların devrimci eylem merkezi olan İstanbul değil de Ankara’dır? Hatta daha özele inildiğinde Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)dir?
Bu sorulara yine kendisinin verdiği yanıtlar şöyleydi: Öncelikle Ankara kırlara açılmak isteyen THKO açısından stratejik bir yerdi. Bu şehirden Anadolu’nun dağlarına çıkmak elbette İstanbul’dan daha kolaydı. İkinci olarak örneğin Latin Amerika’da yükselen ve Küba’da başarıya ulaşmış gerilla savaşlarının bu hareketler üzerinde ciddi etkileri olmuştur. Ama bu savaşların teorik aktarımları henüz Türkçeye çevrilmemiştir, o halde bu deneyimler yabancı dillerden okunmalıydı. Bunun için de ODTÜ bulunmaz bir yerdi, oradaki kadroların hemen hepsi ya İngilizce ya da Fransızca bilirdi. Gerçi Mahir ve Deniz ODTÜ’den değildi, ama örneğin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve daha birçokları ODTÜlüydü ve hepsi de Ingilizce bilirdi. Mahir çok iyi Fransızca, Deniz de İngilizce bilirdi.
Konuşmasının devamında Erkiner, 12 Mart’tan itibaren baskıların yavaş yavaş geldiğini, İstanbul’da Elrom’un kaçırılmasından sonra ise baskıların birden yoğunlaştığını anlattı. Devamla hareketler arasında teorik ayrılıkların öyle belirleyici düzeyde olmadığını, buna rağmen birbirlerine karşı çok sert eleştiri ve saldırılarda bulunduklarına ddeğindi. Özellikle Kızıldere yenilgisinden ve Denizlerin idamlarının ardından solun daha fazla bölünmelere gittiğini, birbirlerine karşı şiddet saldırılarına başvurduklarını söyleyen Erkiner, o dönemde 1974-75 yılında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın, devrimcilerin sadece bir bölümü tarafından olumlu yönden değerlendirildiğini belirterek, ne oldu da yıllar sonra bugün devrimciler geçmişteki bu devrimcileri ve hareketleri ortak değerler olarak görmeye başladı diye sordu. Verdiği yanıt üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir tespiti içeriyordu: Sol geleceğe dönük yeni bir açılım yapamadığından, tıkanma ve hatta tükeniş içinde olduğundan geçmişteki “parlak” deneyimlerle yetiniyor, o tarihi idealleştiriyordu.
Burada tespitin son derece doğru ve önemli olması bakımından üzerinde biraz durmakta fayda var.
Geçmişi Geçmişte Anlamalıyız
Dünyada ve özellikle Türkiye’de sol açısından geçmiş değerlendirmesi her zaman eksiklikler veya apaçık yanlışlıklar içermiştir. Çok daha iddialı bir şekilde söyleyebiliriz ki, bizim solumuzda geçmiş, belki toplumsal karakterimizin etkisiyle daima duygusal bağlarla geleceğe taşınmıştır. Böylesi bir içerikle geleceğe taşınan geçmiş, aslında geleceğin yeni ve daha gelişkin içeriklerde gelmesini de engelleyen bir faktör olmuştur. Bizde gelecek şimdiye kadar, hayatın dinamiği karşısında yürek sızlatıcı özelliğiyle direnen geçmiş algılayışımız yüzünden hiçbir zaman gerçekten yenilenebilme olanakları bulamamıştır. Bu sapkın ve yanlış anlayış nedeniyle geleceğe yönelme arayışları da sağlıklı olamamıştır. Ne olmuştur? Kimileri ya geçmişi küfürlerle inkar etmeye başlamış, kimileri de ondan hiç sözetmemeyi evla görmüştür. Duygusal olan geçmiş algılayışı, ondan kopuşta da belirleyici faktör olarak rol oynamıştır. Ortaya çıkan şey, geçmişi geçmişte anlayarak yenilenme değil, tam tersine var olan değişik akımlara ya da doğrudan sisteme savrulma olmuştur . Doğaldır ki, bunun da yeni bir tarafı yoktur. Örneğin radikal solculuktan liberal solculuğa, sol içindeki kadın sorunundan hareketle 12 Eylülden sonra feminizme savrulmak yenilenmiş olmak değildir. Yenilenmek mevcut akımların hiçbirini kabul etmemek demektir. Mevcut olanı aşmak demektir. Buna kendi geçmişimiz de dahildir. Değilse yenilenmiş ve gelişmiş değil, aksine başka akımlara ya da sisteme yenilmiş olursunuz, teslim olmuş olursunuz.Yenilenmek için geçmişimizi aşmak zorundayız, küfretmek değil. Geçmişi inkar etmek kadar; geçmişin anılarıyla yaşamak, hatta onu Erkiner’in dediği gibi “düzelterek” yeniden yorumlara tabi tutmak da gelişme ve yenilenmenin önündeki en büyük engellerdendir. Bunun için geçmişimizi geçmişte anlamak, bugünümüze taşımamak zorundayız. Bunu gerçekleştirebilmenin sayısız faydaları vardır. Özellikle bazı dönüm noktalarında bunu başarabilmek çok daha önemli hale gelir. Basit bir örnekle durumu daha açıklayıcı hale getirmeye çalışayım.
Savaş Çeliker
http://genelce.com/halkevi-panel
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa