Genel Kültür Bilim Kültür & Sanat

16 Nisan 2009 Perşembe

Halkevi Panel 3

Açık denizlerde seyreden bir gemi batar ve kurtulan iki insan birbirinden uzak iki farklı adaya yorgun ve bitap bir şekilde çıkar. Şimdi bu iki ayrı insan bilinç ve karakter yapılarına bağlı olarak değişik biçimde hareket edebileceklerdir.

X adasına çıkan A, oldukça birikimli, kendinden önceki insanlık bilinç yaratımlarının büyük oranda farkında, kendine güvenen, yaratıcı, daima geleceğe yönelmeyi ve gelişmeyi seven biri olsun. Y adasına çıkan B ise daha fazlasıyla duygusal, kendinden önceki insanlık bilinç yaratımlarını abartarak adeta kuttsallaştıran, bu anlamda geçmişle daima idealize bir ilişki içinde olan, kısmen de kendine güvensiz bir insan olsun. Batan gemiden kurtulmayı başararak iki farklı adaya çıkmış bu iki farklı insan elbette farklı biçimlerde davranacaklardır. A adaya çıkar çıkmaz, iddia edilebilir ki, yüzünü hemen adaya çevirecek ve adada ihtiyaçlarını karşılayabilecek keşifler yapmaya yönelecektir. Çünkü onun önünde belki de orada kendi yeni uygarlığını kurma süreci durmaktadır. Böylesi bir durum insanlığın dünyaya ilk doğuşuna benziyor olsa da ondan çok farklıdır. İnsanımız A, adaya hafızasını kaybederek boş bir bilinçle değil, belli bir bilinç ve deneyim birikimiyle gelmiştir ve karakteri gelişmeye açıktır. Bu bilinç ve deneyim birikimi onun geçmişidir ve o, bu geçmişini adanın yeni şartlarında kuracağı yaşamında etken olarak kullanacaktır, yoksa şablon veya ideal olarak değil. İnsanımız B ise, yine iddia edilebilir ki; adaya çıkar çıkmaz, yüzünü adaya değil, hemen açık denizlere geri çevirecek ve geçmişinin duygusal dehlizlerinden onu kurtarmaya gelecek bir geminin ufukta görünmesini beyhude bekleyecektir. Bu bekleyiş onun temel yönelimi olacaktır ve bu nedenle adayla bir kaynaşma-keşif-yaratım ilişkisi kurmayacak, tam aksine adadan korkarak daima deniz kenarında, gözlerini denizden ayırmadan, geçmişinin nostaljik anılarıyla duygusal olarak beslenerek geçirecektir zamanını. Bu olsa olsa, insanımız B’nin farkında bile olmadığı bir sona aceleyle gidiş, bir hüzünlü tükeniştir aslında. B adada yeni yaşamını kurmaya yönelmemiş, deniz kenarında enerjisi bitinceye kadar beklemeyi yeğlemiştir. Açlık ve susuzluk onu adaya yönelttiğinde ise çok geç olacaktır. Adanın yeni olanaklarından yararlanabilecek enerjisi ve gücü kalmamıştır artık.

Erkiner’den sonra söz alan Teslim Töre ise, Erkiner’in söylediklerine katıldığını, kendisinin daha çok meseleye politik bakacağını söyleyerek sözlerine başladı. Devamla, Türkiye’de ve tüm dünyada solun ve sistemin tıkandığını ve bunu artık herkesin gördüğünü belirtti. Bu nedenle de sol artık hiç olmadığı kadar miras yiyordu.

Türkiye’de solun geçmişinin olumlu değerlerle dolu olduğuna, ama yanlışların da yapıldığına değinen Töre, Erkiner gibi kendisinin de doğrudan tanığı olduğu geçmişten örneklerle anlatımına devam etti. Örneğin Mahir Çayan’ın Deniz Gezmişlerin idamını durdurabilmek için yüksek bir devrimci dayanışma duygusuyla hareket ettiğini, ama buna karşın sol hareketlerde ideolojik üretimlerin hemen hemen hiç olmadığını, dışarıdan gelen teorilerin etkisiyle solun birbirine acımasız sert saldırılarda bulunduğunu, hatta birbirlerinden insanlar öldürüldüğünü, bu gibi yanlışların da bugün savunulacak hiçbir yanının olmadığını vurguladı. İdeolojik üretimsizlik ve yenilenememe, mirasyediciliğe götürmüş ve büyük bir hızla devrimci idealleri de yozlaştırmıştı. Böylece giderek devrimci mücadelede kişilik yıpranmaları ortaya çıkmıştı. O halde sorun bugün mutlaka yeni bir insan tipi yaratmak ve ideolojik yenilenmeyi başarabilmekti. İdeolojik yenilenmenin sınırlarını teorik açılımlardan, parti, birlik ve devrim anlayışına kadar genişletmenin gereğine değinen Töre, başka türlü çağa uygun bir gelişmenin sağlanamayacağını önemle vurguladı.

Töre’nin konuşmasında çok önemli bulduğumuz iki konuda; yeni insan tipi ve solda birlik meselelerinde açılımlar yapmak sanırım faydalı olacaktır.

Yeni İnsan, Gerçek Devrimci İnsandır

Paneldeki en önemli konulardan biri olmakla birlikte, yeterince açıklanamayan bir konuydu yeni insan anlayışı. Yeni insan Töre’nin deyimleriyle “kendi doğruları olan, kendine güvenli bireylerdi”

Yeni insan ya da insanın yenilenmesi aslında öyle yeni bir kavram değildir. Örneğin Mevlana da inasanı seven, ama aynı zamanda onun önüne yeni hedefler koyan bir felsefenin savunucusudur. Mevlana kim olursan ol, gel; ama insan olmaya gel der aslında. Che’de de yeni insan arayışı vardır. O da devrimci hedefler uğrunda insanın yenilenmesinin çok önemli olduğunu vurgular. Açıkça yeni insan konulu yazılarında insanı, araştıran, sorgulayan, yaratan ve yargılayan insan olarak tanımlar. Bu özelliklere elbette sosyalist hedefler ışığında sahip insan yenidir.

Şu halde görüyoruz ki, yeni insan ya da başka bir deyimle insanın yeni bilinci önemli ama açıklanmaya muhtaç bir kavramdır. İnsanın yeni bilincinden ne anlıyoruz?

Açıktır ki, yeni insan sadece karakter özelliklerini değiştirip güçlendirmiş ve bu anlamda “kendi doğrularını” edinerek kendine güvenli hale gelmiş insan değildir. Bunlar son derece önemlidir elbette, ama yenilenmiş insan bilinci esasta bu karakterleri de oluşturacak olan, zihinlerde ve yüreklerde kendi devrimlerini yapabilmiş insan olmalıdır. Yani şimdiye kadar mevcut olmamış yeni ve gerçek bir kurtuluş fikri ve ideolojisine sahip olan insandır. Bu anlaşılır ki, her zaman gerçekleştirilebilir veya her dönem sözü edilebilecek bir olgu değildir. Belli dönüm noktalarında ortaya çıkabilir veya gerçekleştirilebilir. Dünya kapitalizmden ve paraya dayalı sosyalizm gibi benzeri bütün çıkarcı sistemlerden bugün artık söz yerindeyse bıkmış, bütün bu sistemlerin çözüm olmadığını görmüştür. O halde bugünün yeni insanı aslında yıllardır, zaten sol arenada bolca şatafatlı sözlerle bahsedilen yeni insandan da kökten farklıdır. Çünkü bu yeni insanın bilinci, felsefesi, teorisi ve elbette paratiği de bambaşkadır. Bugünün yeni insanı, hangi türden olursa olsun söz yerindeyse “paraizme” karşı mücadele eden insandır. Bu bağlamda yeni insan bilinci, iddia ve idealleri değişmiş insana hizmet eder.

Yeni insanı birey kavramıyla karşılayabilir miyiz, sorusu da oldukça önemlidir. Hayır! Yeni insan, özde sosyo-ekonomik bir kavram olan birey kategorileştirmesiyle de açıklanamaz. Bizim kastteğimiz yeni insan, geleceğin toplumunun temel taşıdır. O toplumda, ekonomi, üretim ilişkileri vs. olmayacaktır. Birey ise insana daima değişik sosyo-ekonomik sistemler tarafından giydirilmiş olan bir kimliktir. Bir formatlamadır. Örneğin, feodalizmin bireyi farklı, kapitalizmin bireyi ayrıdır. Ama bireyin özünde daima, bir çıkar fenomeni yatar. Birey kimlikleriyle geleceğe taşınan insanlar, bu kavramın ayrılmaz parçası olan çıkar güdülenimlerinden kurtulamazlar. Bu anlamda biz güçlü bireyler değil, çıkar güdüleniminden kurtarılmış, doğanın ve anlaşılan anlamda toplum olmayan bir toplumun doğal öğeleri olan insanları yaratmalıyız.

Şimdi başka önemli bir konu olan solda birlik konusunda açımlamalar yapacağız.

Solda Birlik Değil Başkalaşma Gereklidir

Tarih bize defalarca kez gösterdi. Aynı anlayışlarla ve aynı yöntemlerle hareket edildiğinde, hemen hemen aynı sonuçlara varılır. Solda birlik arayışları da kuşkusuz ki yeni bir çaba değildir. Ama geçmişteki bütün bu birlik çabalarının nihai olumlu sonuçlara yol açtığını kim söyleyebilir? İstisnasız bütün birlikler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tabii ki bu başarısızlıklar değişik analizlere tabi tutulabilir. Değişik yönlerden doğru biçimde eleştirilebilir. Örneğin en ciddi eleştirilerden biri, solun birliklere daima fethetme mantığıyla yaklaştığı, başkasına başkası olan kimliğiyla saygı göstermesini bilemediği olacaktır. Doğru mu? Doğru. Öyleyse solun bir hastalığını karakterize eden bu özellik aşılmalıdır. Bu da doğru.

Ama bu aşma nasıl olacaktır? Sorun buradadır. Doğrudan söylüyoruz; solun örgütsel varlıklarını, plan, program, tüzük vs. geçmişe ait ne varsa koruyarak eklektik biçimde, geçmişteki gibi biraraya gelmelerini savunan “birlik” anlayışları bize göre olmamalıdır. Yeni oluşum, yeni ve gerçek kurtuluş teorisi olduğundan ötürüdür ki, bütün bunları reddeder. Geçmişin değerleri olarak geçmişte bırakır.

Bahsettiğimiz birleşmeler, esasında örgütlerin, partilerin biraraya geldiği birlik falan değil, bambaşka birleşimlerdir. İnsanın kesin ve gerçekten kurtuluşunu hedef alan özgürlük fikri doğrultusunda, eski varlıklarını deyim yerindeyse, geçmişe ait değerler olarak orada bırakıp feshetmiş insanların bu yeni düşünce ve eylem paratiği çerçevesinde biraraya gelmeleridir. Bu bir dayatma değil, yeni bir iddia ve ideal gösterimidir. Kurtuluş kılavuzudur, bir pusuladır. Kimsenin bu pusulayı takip etme zorunluluğu da yoktur. Herkes istediği yöne gidebilir. Bizim pusulamızı takip etmek isteyenlerin kim olduğuna hangi düşünce ve inançtan olduğuna bakılmaz. Bizimle parasız, çıkarsız, özgür bir dünyayı savunuyor olması yeterli bir ortaklık noktasıdır.

Kim olursanız olun, gelin; ama yaratılmış kendinizi yok ederek yeniye ulaşmak için gelin.
Yenilenmeyi hepbirlikte mutlaka başaracağız.

Sonuçta açık yüreklilikle ve büyük bir mutlulukla söylemeliyim ki, Halkevi’nin düzenlediği Panel son derece yerinde ve anlamlı olmuştur. Kitlelerde yarattığı yenilenme merakı ve heyacanı yüksek bir saygıyla selamlanmalıdır.

En içten saygı ve selamlarımla

Savaş Çeliker

14.04.2009

Halkevi Panel 2

İlk konuşmacı olarak söz alan Engin Erkiner, THKP-C ve THKO tarihlerine ana hatlarıyla hemen hemen herkesin vakıf olduğunu, bu nedenle bilinenlerle değil daha çok bilinmeyen yönleriyle bu iki harekete özgü tarihe açıklama getirmeye çalışacağını söyleyerek sözlerine başladı. Gerçekten de dediği gibi yaparak tarihimizin o dönemine özgü olan pek bilinmeyen detaylara değindi. Anlatımlarından öğrendik ki, THKP-C ve THKO arasında öyle sanıldığı veya abartıldığı gibi bir dayanışma yok, daha çok bir rekabet vardı. Dayanışma esas olarak Denizlerin idamlarının engellenebilmesine dönük olarak gerçekleşmiştir. Ama bu tarihten önce veya daha sonra da artarak devam edeceği gibi, bu iki hareket arasında cidi bir tartışma hatta esaslı bir rekabet söz konusudur. Örneğin THKO 1970 Kasım sonlarında, Ankara’da İş Bankası soygunu ve 4 Amerikalı askerin kaçırılmasıyla harekete geçtiğinde, THKP-C tarafından korkunç eleştirildi. Çok erken harekete geçmekle suçlandı. Ama bu çıkış pek çok kadronun THKO saflarına geçmesine neden olmuştu. O nedenle THKP-C zaten aslında gerçekleşmiş olan kuruluşunu ilan etme kararı alır ve bu amaçla İstanbul’a gider. Çünkü Ankara’da baskılar artmış ve bu şehir iki silahlı örgüt için artık oldukça dar gelmektedir. Bundan sonra THKP-C İstanbul’da eylemlerine devam edecektir.

Erkiner bu tarihi anlatırken önemli bir soru daha sorarak açıklamalarda bulundu. Bu iki hareketin çıkış yerleri neden yılların devrimci eylem merkezi olan İstanbul değil de Ankara’dır? Hatta daha özele inildiğinde Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)dir?
Bu sorulara yine kendisinin verdiği yanıtlar şöyleydi: Öncelikle Ankara kırlara açılmak isteyen THKO açısından stratejik bir yerdi. Bu şehirden Anadolu’nun dağlarına çıkmak elbette İstanbul’dan daha kolaydı. İkinci olarak örneğin Latin Amerika’da yükselen ve Küba’da başarıya ulaşmış gerilla savaşlarının bu hareketler üzerinde ciddi etkileri olmuştur. Ama bu savaşların teorik aktarımları henüz Türkçeye çevrilmemiştir, o halde bu deneyimler yabancı dillerden okunmalıydı. Bunun için de ODTÜ bulunmaz bir yerdi, oradaki kadroların hemen hepsi ya İngilizce ya da Fransızca bilirdi. Gerçi Mahir ve Deniz ODTÜ’den değildi, ama örneğin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve daha birçokları ODTÜlüydü ve hepsi de Ingilizce bilirdi. Mahir çok iyi Fransızca, Deniz de İngilizce bilirdi.

Konuşmasının devamında Erkiner, 12 Mart’tan itibaren baskıların yavaş yavaş geldiğini, İstanbul’da Elrom’un kaçırılmasından sonra ise baskıların birden yoğunlaştığını anlattı. Devamla hareketler arasında teorik ayrılıkların öyle belirleyici düzeyde olmadığını, buna rağmen birbirlerine karşı çok sert eleştiri ve saldırılarda bulunduklarına ddeğindi. Özellikle Kızıldere yenilgisinden ve Denizlerin idamlarının ardından solun daha fazla bölünmelere gittiğini, birbirlerine karşı şiddet saldırılarına başvurduklarını söyleyen Erkiner, o dönemde 1974-75 yılında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın, devrimcilerin sadece bir bölümü tarafından olumlu yönden değerlendirildiğini belirterek, ne oldu da yıllar sonra bugün devrimciler geçmişteki bu devrimcileri ve hareketleri ortak değerler olarak görmeye başladı diye sordu. Verdiği yanıt üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir tespiti içeriyordu: Sol geleceğe dönük yeni bir açılım yapamadığından, tıkanma ve hatta tükeniş içinde olduğundan geçmişteki “parlak” deneyimlerle yetiniyor, o tarihi idealleştiriyordu.

Burada tespitin son derece doğru ve önemli olması bakımından üzerinde biraz durmakta fayda var.

Geçmişi Geçmişte Anlamalıyız

Dünyada ve özellikle Türkiye’de sol açısından geçmiş değerlendirmesi her zaman eksiklikler veya apaçık yanlışlıklar içermiştir. Çok daha iddialı bir şekilde söyleyebiliriz ki, bizim solumuzda geçmiş, belki toplumsal karakterimizin etkisiyle daima duygusal bağlarla geleceğe taşınmıştır. Böylesi bir içerikle geleceğe taşınan geçmiş, aslında geleceğin yeni ve daha gelişkin içeriklerde gelmesini de engelleyen bir faktör olmuştur. Bizde gelecek şimdiye kadar, hayatın dinamiği karşısında yürek sızlatıcı özelliğiyle direnen geçmiş algılayışımız yüzünden hiçbir zaman gerçekten yenilenebilme olanakları bulamamıştır. Bu sapkın ve yanlış anlayış nedeniyle geleceğe yönelme arayışları da sağlıklı olamamıştır. Ne olmuştur? Kimileri ya geçmişi küfürlerle inkar etmeye başlamış, kimileri de ondan hiç sözetmemeyi evla görmüştür. Duygusal olan geçmiş algılayışı, ondan kopuşta da belirleyici faktör olarak rol oynamıştır. Ortaya çıkan şey, geçmişi geçmişte anlayarak yenilenme değil, tam tersine var olan değişik akımlara ya da doğrudan sisteme savrulma olmuştur . Doğaldır ki, bunun da yeni bir tarafı yoktur. Örneğin radikal solculuktan liberal solculuğa, sol içindeki kadın sorunundan hareketle 12 Eylülden sonra feminizme savrulmak yenilenmiş olmak değildir. Yenilenmek mevcut akımların hiçbirini kabul etmemek demektir. Mevcut olanı aşmak demektir. Buna kendi geçmişimiz de dahildir. Değilse yenilenmiş ve gelişmiş değil, aksine başka akımlara ya da sisteme yenilmiş olursunuz, teslim olmuş olursunuz.Yenilenmek için geçmişimizi aşmak zorundayız, küfretmek değil. Geçmişi inkar etmek kadar; geçmişin anılarıyla yaşamak, hatta onu Erkiner’in dediği gibi “düzelterek” yeniden yorumlara tabi tutmak da gelişme ve yenilenmenin önündeki en büyük engellerdendir. Bunun için geçmişimizi geçmişte anlamak, bugünümüze taşımamak zorundayız. Bunu gerçekleştirebilmenin sayısız faydaları vardır. Özellikle bazı dönüm noktalarında bunu başarabilmek çok daha önemli hale gelir. Basit bir örnekle durumu daha açıklayıcı hale getirmeye çalışayım.

Savaş Çeliker

http://genelce.com/halkevi-panel

Halkevi Panel

11.04.2009 tarihinde Frankfurt Türkisches Volkhaus’da (Türk Halkevi’nde) 30 Mart ve 6 Mayıs 1972’nin devrimci mücadeledeki yeri, önemi ve geleceğimize etkileri konulu bir panel düzenlendi.

Panele Teslim Töre ve Engin Erkiner konuşmacı olarak katıldılar. Son derece olumlu bir atmosferde 6 saatten fazla süren panele katılım oldukça iyiydi.

Panelin yönetiminden sorumlu arkadaş, konuşmacıları kısaca tanıttıktan sonra paneli açtı.
Teslim Töre Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisinden gelen, kısa sürede TİP’le ayrılıklara düşerek Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kurucuları arasında yer almış yıllar sonra da Komünist Emek Partisi (TKEP) önderliği yapmış değerli bir devrimci mücadele insanıdır.
Engin Erkiner Türkiye halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kökenli, ilk çıkan yayın organı Kurtuluş’u cikaranlardan ve daha sonra Türkiye Devrimci Genclik Federasyon’u (TDGF)’nin yayin organi Ileri dergisinin 6. ve son sayilarinin yazi isleri sorumlulugunu yapmış, o dönemin koşullarına ve hareketler arası ilişkilerine oldukça vakıf olan değerli devrimci mücadele insanlarından biridir.
Her ikisinin de ortak özelliği, Türkiye’de ve dünyada tıkanmış bulunan sol düşünce ve eylem pratiğinin sorunlara çözüm olamadığından hareketle yeni arayışlara her düzeyde çok önemli katkılar sunmalarıdır.

Panel iki bölümde gerçekleşti. İlk bölümde konuşmacılar kanularını anllattılar, ikinci bölümde konuklar sorularını sorup kısaca yorumlarını yaptılar. En sonunda ise güzel türküler ve marşlar eşliğinde panele son verildi.

Panelde çok önemli konulara değinildi. Ana temalarda solun yaşadığı tıkanmanın ne olduğu açıklandı ve ideolojik-teorik yenilenmenin önemi vurgulandı. Ama bu yenilenmenin esas olarak herkesin duyarlı davranarak aktif katılımlarda bulunmalarıyla daha net olarak belireceğinin üzerinde durulması da oldukça önemliydi. Artık yaratıcılık ve sorumluluk herkese aitti. Bizler yıkacak, bizler yapacaktık. Elbette bu sürece herkesin katılımı farklı boyutlarda olacaktır.

Bu anlamda ben de, bu yenilenme-özde köklü devrim sürecine katkı sağlayacağı umuduyla panel ekseninde, aslında zaten uzun zamandır sürdürdüğüm çalışmalarımın perspektifinde kendi düşüncelerimi yeniden açımlamaya çalışacağım.
S.Çeliker

14 Nisan 2009 Salı

Benide Baştan Çıkardın ya Güneş


İncecik etekleri uçuşan bir elbise giymiştim. Üzerindeki ufacık çiçekler hareket edip kaçıvereceklerdi adeta giysiden. Aman dedim yola çıkana dek durun içimden.

Boynuma bir çanta aldım, minicik. Az kalsın kitlemeyi unutacaktım kapıyı çıkarken. Sokak kapısını açtığımda. Bak dedi, şimdi adam gibi bak etrafına. Mucize gibiydi bu. Papatyaların mevsimiydi demek. Aaa biraz ileride gelincikler. Evden uzaklaşıp son kalan bakla tarlasına geldiğimde artık kendimi tutmam imkansızdı.
Devamı »

Benide Baştan Çıkardın ya Güneş

Kocaman açmıştı ellerini gözlerinde baştan çıkarıcı bir gülümseme ile gel dedi. Saat sabahın henüz başlarındaydı. Güldü, davetkar bakışları ile hadi gel dedi. İçim içime sığmıyordu. Ağır ol dedi keyfini süre süre hazırlan. Dilime bir şarkı dolandı. Söylerken dudaklarım gülümsemenin etkisi ile şekilden şekle giriyodu. Ve içim coşuyordu. Saçlarımı taradım, toka takmakayacaktım, serbestçe bıraktım, üzerine en renklisinden bir giysi seç dedi. Gökkuşağı gibi olurum ama demek istedim, parmaklarını ağzına götürerek susmamı işaret etti. Boyun eğdim.

İncecik etekleri uçuşan bir elbise giymiştim. Üzerindeki ufacık çiçekler hareket edip kaçıvereceklerdi adeta giysiden. Aman dedim yola çıkana dek durun içimden.

Boynuma bir çanta aldım, minicik. Az kalsın kitlemeyi unutacaktım kapıyı çıkarken. Sokak kapısını açtığımda. Bak dedi, şimdi adam gibi bak etrafına. Mucize gibiydi bu. Papatyaların mevsimiydi demek. Aaa biraz ileride gelincikler. Evden uzaklaşıp son kalan bakla tarlasına geldiğimde artık kendimi tutmam imkansızdı.

Etiketler: