Genel Kültür Bilim Kültür & Sanat

31 Mart 2009 Salı

Hekimhan’lı rektör

2007 yılında Fransa’nın Rouen kentinde bulunan ünüversiteye rektör seçilen Malatya-Hekimhan’lı Prof. Dr. Cafer Prof. Özkul, Fransızların en çok bildiği Türk göçmenlerden birisi. Özkul’un rektör seçildiği 7 fakülte ve 15 yüksek okuldan oluşan Rouen üniversitesinin 25 bin öğrencisi, 1800 öğretim üyesi ve çalışanı bulunuyor. Basında, ‘1970 yılında Gaziantep Lisesini bitirdikten sonra hiç Fransızca bilmeden, bursla Fransa’ya gelip Rouen Üniversitesi Rektörlüğüne kadar yükselen 56 yaşındaki Malatyalı Profesör’ olarak tanıtılan Özkul’un eşi de Türk.

Paris Türkleri3

Çubukçu, 2004 yılında geldiği Fransa’da bir yıl dil eğitimi aldıktan sonra, 2005 yılında Fransa’nın sayısal ve teknik alanda en iyi üniversitesi olarak kabul edilen Pierre-Marie Curie Universitesinde ‘malzeme bilimi ve nanoteknoloji’ alanında master eğitimine başladı. Araştırma tezini nanoteknolojinin en çok önem verilen araştırma alanlarından ‘spintronics’ alanında gerçekleştiren Çubukçu, 2007 yılında Fizik alanında Nobel ödülü alan Albert Fert’le çalışmış. Master eğitiminden sonra aynı üniversitede doktora tezibe başlayan genç bilim adamının, çok sayıda yayınlanmış makalesi bulunuyor.

Batman doğumlu Murat Çubukçu, 2003 yılında Ankara Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra, 2004 yılında Fransa’ya geliyor. Kürtçe ve Türkçe’nin yanısıra Fransızca ve İngilizce konuşabilen Çubukçu, zamanının öenmli bir bölümünde ABD’den Almanya’ya pek çok ülkede düzenlenen seminerlerde sunumlar yapmaya ayırıyor.

Paris Türkleri2

Aslen Maraş-Pazarcıklı olan Mustafa Contay 1985 yılından bu yana Fransa’da yaşıyor. Contay, Paris’in merkezi bir bölgesindeki ‘La Menekse’ isimli restoranı, eşi Asiye Contay’la birlikte tam 18 yıldır işletiyor. Otantik ve sıcak atmosferinin yanısıra Kürt mutfağını yansıtan menüsü ile bölgede çalışan Fransızların uğrak yeri haline gelen restoran, servis yaptığı öğlen ve akşam yemeklerinde doluyor.

Fransa’ya ilk geldiğinde bir süre tekstil işinde çalışan Mustafa Contay daha sonra restoran işletmeciliğine yöneliyor. La Menekse’nin yanısıra bir ortağıyla döner restoranı da işleten Contay, mevcut işletmesinin kalitesinden hiç taviz vermiyor. Günlük müşterilerden daha çok sürekli gelen müşterilerinin devamlılığı ile restoranını bölgede tanınmış bir işletmeye dönüştüren Maraşlı işadamının en büyük yardımcısı eşi Asiye Contay. Fransız müşterileri ile dostluklar geliştiren çiftin yardımına zaman zaman kızları da koşuyor…

Dünyayı değiştirmeye aday

28 yaşındaki Murat Çubukçu, bilim adamlarının dünyayı değitirecek bilim dalı olarak nitelendirdikleri nanoteknoloji alanında doktora yapıyor.

Paris Türkleri1

Türk kitapçısı, işçi olarak gelen gurbetçileri, ünlü Öğrenci Derneği’nde örgütlenen öğrencileri,12 Eylül darbesinin ardından ülkeyi terketmek zorunda kalanları ve Türkiye’nin siyasal iklimini gerekçe göstererek 1980’li yılların sonlarından itibaren akın akın Avrupa ülkelerine göç eden Türkiyelileri yakından tanımış. Artan Türk nüfusu ile birlikte bir Türk kitapçısına ihtiyaç duyulduğunu gözlemleyen Rüstem Gücüyener, Türkçe kitapların yanısıra dergi ve gazetelerinde bulunabileceği ilk dükkanını açmış. Sonraları açılan yeni kitapçilar ve Türkiye’dekine benzer biçimde insanların kitap okuma alışkanlıklarının azalması, işlerin istediği gibi gitmesine engel oluyor.

Ancak o bütün olumsuzluklara karşın, Fransız eşi ile birlikte, Paris’teki Türklerin yoğun yaşadığı bir bölgedeki dükkanında, az da olsa okurlarla kitapları buluşturmaya devam ediyor…

28 Mart 2009 Cumartesi

Tarihsel Kadın5

Bizim ülkemizde de kadını özgürleştirdi, okur, yazar kadın oranının hızla artmasını sağladı. Bu Osmanlı’da, elit toplum dışında düşünülmezdi. Harem anlayışı yönetimde kadına izin vermiyordu, yöneticilerin kabul ettiği Sünni Müslümanlık ise hiç izin vermiyordu, tıpkı batıdaki Vatikan Katoliklerinin aynı izni vermemesi gibi!
- Kadının yönetim erki içinde bulunması için, seçme- seçilme hakkının verilmesi. Yasal olarak bu hakkı, dünya ölçeğinde ilk veren ülkelerdeniz. Mirastan eşit hak alınması, bu da yavaş olsa da yasal zeminden yaşam zeminine iniyor! Kadının aile içindeki yeri? Namus anlayışını sorgulamaya, oradan da yarı özgür kadına doğru ivme çiziyor!
- Bu olayı kapitalizm sistemi gereği oluşturuyor! Kadın üretime katılmalı, katılmalı ki tüketici de olabilsin! Olabilsin ki Pazar genişlesin! Pazarı genişlesin ki, tüm ülkeyi yönetebilecek güç ve sermaye yoğunluğuna sahip olarak, iktidarı eski yöneticilerden, şimdiye kadar yavaş ve geniş zamana yayılarak aldığı bu yapıdan kopartarak, nihai olarak mutlak güç olabilsin! İşte bugün tartışılan. Eski ve yeni kültür, ahlak, yaşam tarzı kavgasının altındaki yatan neden budur. Marxsın deyimiyle her şey mülkiyet kavgası, iktidar kavgası. Biz ise bu kavganın neresindeyiz?
- Sosyalist bakış açısı ne olmalıdır? Ülkemizde yaşanan bu çatışmada biz nerde olmalıyız, doğru devrimci tarz ne olmalıdır

Tarihsel Kadın4

Kapitalizm kadını özgürleştirirken, onu cinsel anlayışla da kullanılabilecek resmi kurumlara dönüştürdü; porno film sanayisi, bar, pavyon genelevler kültürü, kadının reklamda cinsel obje olarak tanıtımı ile metalaştırdı! Kadın değişim aracı olmuştu, bunun teorik kültürünü de yarattı, feminist hareket! Kahrolsun erkekler. Beden benimdir, kullanmak hakkı da benimdir! Özgür kadın, eşit insan söylemi ile sosyalist düşüncenin kadın meselesini, önce sosyal demokratlar ve sonra burjuva partileri ile erkeksiz yaşamı yoğun şekilde oluşturmaya çalıştı! Feminizmi, insanlık tarihi kadar eski olan lezbiyenlik ile kurumlaştırmaya çalışırken, tüketim ekonomisinin gereği kadına, çalış, bedenen çalış, cinsel organlarınla çalış, güzelsen sinema, podyumlarda çalış, daha çok kazan, daha çok tüket sloganını benimsetmeye çalıştı! Kozmetik sanayi dünyanın en çok kazanan dallarındandır!
- Bizim ülkemizde bu çelişkilerin bu kadar net ve şu anda kafalarımızda karmaşık olmasının nedeni de bu! Biz geçiş dönemindeyiz; on sekizinci on dokuzuncu yüz yıl çelişkilerini biz, yirminci yüzyılın son çeyreğinde yaşıyoruz, çünkü ülkemize kapitalizm girdi. Ülkemizde feodalizm çözülmeye ve hızla tasfiye olmaya başlarken, onun tüm kurumları hızla çözülüp tasfiye oluyor! Köyden kente göç olgusu; kadının hızla üretime katılmaya başlaması, daha önceden Kemalist devrim sonrası alınan İsviçre medeni hukuku, miras hukukunun artık yaşama geçmeye başlaması, toprağın hazineden koparak özel mülkiyete dönüşmesi, sanayi üretiminin oluşması ile adı ister montaj, ister ağır sanayi olsun, banka ile sanayi sermayesinin ittifakı ve gelecekte iç içe geçmesi ile yeni bir 12 Martın gelme sebebi de bunlardır

Tarihsel Kadın3

Günümüzde ise aynı şey geçerlidir; kapitalizm kadını tekrar üretimin içine çekmiştir, bunu yaptığı andan itibaren sorun başlamış. Feodalitede kadının namusu kutsalken, kutsallık yıkılmaya başlamış, yerine yeni bir hukuk, yeni bir ahlak, yeni bir kadının kullanımı ortaya çıkmış oldu! Kapitalizm kadını sevdiği için, özgürleşmesini istediği için yapmadı. Lakin kapitalizm kadını, feodalizme göre oldukça özgürleştirdi! Üretime kattı demiştik, ilkel komin al sınıfsız toplumda kadın, üretimde olduğu için iktidar ve yönetimde de var. Kapitalizmde ise önce kölece çok az ücretle çalışan kadın, giderek üretimin önemli parçası haline gelmesiyle özgürleşti ve iktidarda söz sahibi olmaya başladı! Bu da namus anlayışını giderek reformize etmeye başladı! Bugün kapitalist ülkelerde yaşanan, kiliseye karşı, daha doğrusu feodaliteyi temsil eden Katolikliğe karşı, kapitalizmin reform ettiği Protestanlığın ahlak anlayışında netleştirebiliriz. Katolik evlilik kurumunu kutsal kabul eder, boşanmayı kesinlikle yasaklar, kürtajı ise lanetler, aforoz eder, evlilik dışı ilişkiyi saymıyorum! Protestan anlayış evliliği kutsar, boşanmayı kabul eder ve kürtajı gerekli olması ile kabul eder, evlilik dışı ilişkiye hoşgörülü yaklaşır

Tarihsel Kadın2

Evlilikte bekaret sorunu da, sadece basit bir zar sorunu değil, soyu devam ettirecek kadının bu soyu temiz tutacağının ilk teminatını görmek sorunudur! Erkek, doğanın bu ironik şakasını kendi sömürü ve edindiği kazanımları gelecek kuşaklarına aktarmak için kullanmış! İlk toplumlarda veya sınıfsız toplumlarda bu önemli bir şey değil, bekaret sorunu yok. Örneğin Amerikan Kızılderililerinde Latin Amerika yerlileri ile Afrika’da, Asya, Avustralya’da kadının daha üretken doğurabilmesi için kabilenin büyücüsüne gider, burada kadın olduğunu, doğuracak çağa geldiğini söylemek için, penise benzeyen aletle zarı yırttırır ve ondan sonra cinsel yaşamını başlatır. Kadının cinselliği ve organları tabu değilmiş, bu sınıflaşmanın oluşmasıyla tabuya dönüşüyor! Eskimolarda, Afrika ve okyanusta ki adalarda cinsellik istediği ile yapılabiliyor.
- Eski Türk toplumu Şaman geleneğinde kadın seçicidir, Kaan ile birlikte hükmeder, yönetimde söz sahibidir. Soy, anaerkil yapılarda ortak olan anneden devam etmesidir, soyu babadan başlatan anlayış sınıflı toplum ile başlamış, güç babadan oğula devredilmiş! Şimdiye kadar gördüklerimizden, kutsal aile tezinin hakim sınıfların dayattığı tez olduğunu görüyoruz. Onu için mülkiyet kavramının özünde aile kavramı ile birleştiği nettir. Namus, bekaret hepsi bu kavram ile kutsallaştırılıyor.
- Osmanlı bunun en uç örneği; Osmanlı kadının iktidarda söz sahibi olmaması için haremi kurmuş, soyun temiz kalması için kadını padişah veya padişah soyundan gelen erkeklerin kullanımına hazırlayarak, soyu olabilecek en duru hale getirmeye çalışmıştır. Ortaçağ Avrupa’sında, bekaret kilidinin altında bu mantık yatmaktadır, dünyadaki örnekleri saymakla bitmez

Tarihsel Kadın1

Özel mülkiyet oluşunca bunun hukuku oluşuyor, daha önce kabileye ait olan toprak, av alanı, mera, artık bireylerin elinde toplanıyor, sonrası ise miras için, aile kuramı ortaya çıkıyor! Aile kuramının temelinde, mirasın sonraki kuşaklara intikali sağlanarak, sömürünün ve gücün aileler elinde bulunmasının garantiye alınması yatmaktadır! Süreç içinde kadın hızlı şekilde iktidardaki gücünü kaybetmeye, deyim yerindeyse köleleşmeye başlamış! Soyun devamından sorumlu yapıya indirgenmiş, namus, ahlak söylemleri dinsel motifle süslenmiş. Soyun devamında bozulmanın önüne geçilerek, mirasın yabancı değil, gerçek ellere geçmesi teminat altına alınmaya çalışılmıştır.
- Burada da namus, ahlak, zinanın yasaklanması ve bunun en şiddetli şekilde cezalandırılması, soyun temiz kalarak mirasın doğru adrese ulaştırma kaygısından olduğunu görürüz! Evlilik dışı doğan çocuklarda bile, eğer soydan olduğunu ispatlaması halinde, mirastan pay alma hakkı bundan doğmuştur. Erkeğin çok eşlilik amacı, daha çok bu mirasın erkek evlat eliyle yürütülmesi, miras hukukunda, ya kadının mirastan hak almamasına, ya da erkekten az almasına olanak sağlamıştır!

Şımarık

Şımarıklık yaparım; çoğu zaman kapris yaparım, bak şu kız ne tatlı derken, benim farkıma var, bana güzelliğimi hatırlat diyorum aslında! Bana güzelliğimi hatırlat, yanında kraliçeliğimi hatırlat, kraliçe olmasam da ne kayb edersin? Ben kadınım çünkü, beni anlamaya çalışma, bundan korkarım, kendime olan güvenimi kaybederim, sonra çok çabuk solarım.
•Kaşını kaldırsan, acaba beni sevmiyor diye sorgularım, biraz yüzünü buruştursan, ben de yaptığımı onaylamasam bile, tüm dikenlerimi havaya diker, yoktan yere küserim! Gel benimle barış diye, beni sevdiğini anlayayım, seninle bütünleşeyim diye, seni kayb etmeyeceğime emin olmalıyım. Korkuyla yaşayamam, dengesizleşir, küçük çocuk gibi abuk sabuk işler yaparım!
•En son istediğim erkeğimi kızdırmak olsa da; korkumla hep problem olur, hep dikine konuşur, hep kızdırır, huzursuz ederim, mayam bu. Ben böyle yaratılmışım, kadınım yani, anlasana ya Ferit Bey. Kadınım ben, Havva’dan, Artemisden, Helen, Cleopatra’dan beri. Jul Sezar’ı önüme diz çöktürmüşüm, tanrılar bile korkmuş benden, cezalar yağdırmış, tehditler salmış, belki de cehennemi, sırf ben yaratıldığım için kurmuş?
•Aşkı; acıyı, ağrıyı, sevmeyi, ağlamayı hep benim sırtıma yük diye buyurmuş, yüksünmemişim, şikayet etmemişim. Gündüz tarlada, sırtımda yeni doğan sıpam, karnım burnumda, bir de Temmuz’un sıcağında, ıh bile dememişim, bıkmamışım! Ne töre dinlemişim, ne ölüm, sevmişsem düşmüşüm peşine, vurmuşlar, çarmıha germişler, öf bile dememişim! Kadınım çünkü, daha doğmadan katmışım sabrı mayama!
•Kah, altan alta mücadele etmişim, iktidarı vermemek için, erkeğin o hoyrat ellerine. Kadınlığımı kullanmışım, nazımı, cilvemi. Gözünü oymuşum hemcinsimin, pençesini attığında kocama, sevgilime. Ölesiye kavga etmişim ki, gladyatör bile korkmuş, arenadaki kavgamdan, hemcinsimle. Kadınım çünkü, çok hanlar, hakanları indirmişim tahtından, sırf intikamım adına, Atilla şahit buna, Roma’yı dize getirmişti, Asya, Avrupa’ yı. Ben yatağımda dize getirmişim Atilla’yı.
Ordular bile baş edememiş benimle, tanrıça olmuş, salınmışım gökyüzünde, Helen olmuş, kuşatılmış Truva’ da, Aşelin, Paris’ in Hektor’un ölümünü seyretmişim, ama eğilmemişim orduların önünde! Herodot bile beni kutsamış, Homeros bile kıskanmış şiirlerinde. Ölümsüzlük benimle var olmuş, benle yok olmuş. Tüm şiirler bana yazılmış, sanat benim için var olmuş! Kadınım ben, tüm romanların baş konuğu olmuşum, tüm efsanelerin, mitolojiyi ben yaratmışım, tanrıların çocukları sırf sahip olmak için bana, soyunmuşlar tanrılıklarından, ölümsüzlüğün sıkıcılığından, ben varım diye, tatmışlar ölümü dudaklarımda ve dünya yaşanır kılınmış sayemde.
•Soy,sop benimle var olmuş: İnkarın en çirkinini yaşasam da, ben olmasaydım duracaktı yaşam yeryüzünde, ben kadınım, tanrılar bile hükmedememiş bana, sen mi hükmedeceksin Ferit bey, gücün yetmez buna

böyle bir sevgi

Güneş gibi sıcacık olmalı yüreği. Ne zaman arasan hattın diğer ucunda olmalı. Kapısına gittiğinde anahtarını bulmalısın paspasın altında.

Ne zaman yastığını alsan eline kime giderim demeden ilk aklına gelen olmalı o. Soruları en kötüsü bile olsa bilmelisin ki seni üzmek için değil. Yıllarca görmemelisin hatta. Ama görmek istediğinde an gibi gelmeli, sanki az önce bırakmıştın onu orda

Sırların olmamalı. Hepsini zaten sır gibi saklayacağından eminsin. Gözpınarlarından damlamadan yaşların parmakları silivermeli .

Hem öyle çok çok da görmen gerekmiyor, varlığını bilmen yetmeli.

Kalmadımı diyorsun içinden böyle dostluklar. Var var. Belki de sana çok yakın. Ama sen kapını açmadığın için ardında kapının.

Aç kapılarını sonsuza dek içeri girmesine izin ver. Senden beklentisi yok. İnan ona, güven. Sakın öyle ben güvenemem felan da deme. Güvenir insan. Bazen en sevmediğini sandığına bile.

Bir öğle vakti karnının en aç olduğu zaman diliminde. Hadi gel bir çorba iç bende diyen sesi olmalı birilerinin. Öyle malı mülkü çok olmasına da gerek yok hani. Yüreği olsun kocaman. Sarsın seni sevdasıyla bu yeter.

Bak gene içinden kalmadı diyorsun. Ne duruyorsun; ne duruyorsun kap yastığını gel. BEN BURDAYIM…

İşte böyle bir dost aradığında. Nedenlerini sorgulamayan. Kapını açık bırak. Bir gün geleceğim sana. Böyle dostluklardayım senle. Sevmelerimi unut, sevdalanmalarımı ise anımsama bile. Dostluğum kalsın sadece aklında.

Yıllar geçip de eline bastonunu aldığında. Ve canın da isterse balık tutmayı. Yanındaki sandalyede olacağım unutma. Sen yeter ki gel de. Canın çocuklarının seni üzdüğünü birine anlatmak istediğinde. Yada geçmişindeki keşke lerin seni rahatsız ettiğinde. İste paylaşırım seninle. Tek bir sorum olmaz sana korkma. Seninle yaşadıklarımın en güzellerini anlatırım sana. Bana nasıl kendimi çocuk hissettirdiğini anlatırım. Nasıl severken kedi gibi yanına sokulmak istediklerimi. Üzülme derim. Bak dostuz. Ya biz tüm yaşanananları yok sayıp düşman olsaydık

27 Mart 2009 Cuma

Kildaniler9

Cahfer’in önerisini kabul edip Silvan yoluna girdik. Batman çayının suladığı ovayı görmeyeli ova epey değişmişti. Eskiye göre çok daha yeşildi. Bir tarafta pamuk, mısır, tarlaları diğer tarafta kavun karpuz, biber, domates, salatalık bostanları alabildiğine uzanıyordu. Malabadê Köprüsü’ne kadar o yeşil örtüyü yara yara yol aldık. Ancak Halit arkadaşımızın, yetiştirdikleri sebze ve meyveyi yol kenarında sergileyen köylülerden alışveriş yapmak istemesi nedeniyle sık sık mola verdik. Ana cadde üzerinde 200-300 m. aralıklarla, üzerleri çalı çırpıyla kapatılan çardakların altında, kavun, karpuz, domates, salatalık vb. ürünler sergileniyordu. Halit, arabanın bagajını Azizo adı verilen kavunla doldurdu. Çok tatlı bir kavun türüymüş. Aslında yörenin bildik bir kavun türü, ancak ben isminin Azizo olduğunu yeni öğrendim.
Nihayet, Kürthalil’e vardık. Öğle arasıydı. Dışarıda yakıcı bir sıcak vardı. Tavanı ahşap kaplı, toprak eve girdiğimizde ev sahibimizin sıcak ve içten karşılamasıyla birlikte hoş bir serinlik yüzümüze vurdu. Yün yastıklara dayanıp ayaklarımızı uzattık ve bu sefer soğuk, tam yağlı ayarını kafaya diktik.
Cahfer’in babasıyla Yezidilerle ilgili başlayan sohbetimiz bir çeşit tartışmaya dönüştü. Konuya çok farklı pencerelerden bakıyorduk. Tartışmada konu “tartışılmaz” “kutsal değerler” olunca sonuç almanın mümkün olmadığını bir kez daha gördük. Gönül kırıcı olmamak için de çok uzatmadan konuyu kapadık. Kalkmak için bir hamle yaptık. Hamlemiz başarılı olamadı ;ama tartışmayı yatıştırmaya yetti. Yemek hazırlanıyordu. Her ne kadar inandırıcı olmayan “tokuz” “yemeğe gere yok” gibi nazla karışık nezaket gösterileri yaptıysak da bizi oturttular. Kendi payıma sevinmedim diyemem. Çünkü o tertemiz yer sofrasına bu ikinci oturuşumdu ve yemeklerin tadına yabancı değildim.
Yemekten sonra azat edildik ve yola koyulduk. Güzelim tarihi surların beyhude bir çabayla gizlemeye çalıştığı ucube beton yığınlarına yaklaştıkça, Welatê Xalda’ya özlemim de artıyordu

Kildaniler8

Köye vardığımızda kahvaltımız hazırlanmıştı. Evin ön avlusuna kurulan masanın etrafına yeterli sayıda sandalye konulmuştu. Her nedense sofrada, epey zaman vardı ki tadına hasret kaldığım doğal köy yumurtası yoktu; ama o sınırsız Kürt cömertliğine toz kondurulmamıştı. Çok zengin bir sofra hazırlanmıştı. Sofrada nefis tereyağı, yoğurt, yağlı peynir, reçel, bal ve daha birkaç dakika önce biraz ötede bulunan bağ bahçeden getirilen, yöreye özgü tamamen doğal yöntemlerle yetiştirilen salatalık, domates, iri taneli siyah ve beyaz olmak üzere iki çeşit üzüm, armut ve incir vardı. Yıllar vardı ki böyle yapaylıktan uzak, doğal, zevk ve estetik yoksulu beton yığınlarının bulunmadığı bir ortamda bulunmamıştım. Gözün alabildiği kadar uzanan heybetli Garzan ve Raman Dağları’nı ve onlara teğet geçen sonsuz maviliği seyrederek, anlatamayacağım kadar keyifli bir kahvaltı ettik. Şimdi, şehrin o kirli, grimsi gökyüzü ve onun altında aynı kirli görüntüde sıralanan ucube beton yığınları bana daha çirkin ve tiksindirici görünüyor.
Ve ayrılma zamanı… Dünya tatlısı dostlarımıza, bize gösterdikleri içten, misafirperverliğe teşekkür ederek vedalaştık. Onları yalnızlıklarıyla kederleriyle mutluluk ve mutsuzluklarıyla baş başa bırakarak oradan ayrıldık.
Batmana kadar, geldiğimiz güzergahı takip ettik. Batman’da rotayı değiştirdik. Daha önce Bismil üzeri gelmiştik. Cahfer’in: “Silvan üzeri gidelim, bizim köyde(Kürthalil Köyü) bir mola verir, yağsız bir ayran içeriz.” deyişine gülüştük; çünkü bu aynı zamanda bana atılan bir taştı. Dikkatli okuyucu hatırlar, bundan önceki yazımızda(Dicle Vadisi, Kürthalil Köyü ve Kene Korkusu) Caferlerin köyü olan Kürthalil’e yaptığımız küçük geziyi anlatmıştık. Bu arada Cahferin babasına da misafir olmuştuk. O anı anlatırken şöyle bir cümle sarf etmiştik: “…temiz bir tepside ayran ve yanında buz geldi. Ayranın yağı alınmıştı, yine de kana kana içtik.” İşte Cahfer “Ayranın yağı alınmıştı” sözüne alındığını(!) ima ederek dokunduruyordu

Kildaniler7

Uzun yıllar önce, Muş taraflarında evin kızı bir rüya görür. Rüyasında yezidi olduğunu ve kısa bir süre sonra öleceğini gördüğünü söyler. Aile efradı kızın aklını kaçırdığına inanır. Ama kız rüyayı gördüğü günden kısa bir süre sonra hastalanır ve yatağa düşer. Kısa süren bir hastalık evresinden sonra da vefat eder. Ölmeden önce babasına vasiyet eder: “Baba ne olur beni Qubul Dor’a gömün:”der. Baba Qubul Dor’un nerede olduğunu ve nasıl gidileceğini bilmez. Kız da hayatı boyunca Muş’tan dışarıya çıkmamıştır; ancak rüyasında oraya gittiğini ve babasına da nasıl gidileceğini tarif eder. Bu aile efradını ve ahaliyi daha da şaşırtır. Bunun üzerine babası kızının vasiyetini yerine getirir ve kızın naşını buraya defneder. Her ne kadar daha sonra Müslümanların mezarı boşalttığı ve kızın naşını başka bir yere götürdükleri söylense de “Keçka Xezalı” nin mezarı bizim için bir türbedir. Önünden geçerken mezar taşını öpmeden geçmeyiz.”
Feqi Şekir, hikayeyi bitirdiğinde mezardan hayli uzaklaşmıştık. Gidilmesi zor dik bir yamaçta olması nedeniyle de çok hayıflandığım halde Keçka Xezali’nin mezarını ziyaret edemedik. Fatiha mı okuyayım, yoksa güneşe dönüp rahmet mi dileyim diye bir süre ikirciklenmekle birlikte sonunda içimden: “Hoşça kal Keçka Xezali!” diyerek ayrıldık.

Kildaniler6

Geceyi Şahsımê’de Ali Kartal’ın evinde geçirdik. Akşam yemeğinde kendilerinin beslediği ve kendi elleriyle kesip kızarttıkları tavuk etini Müslüman olarak afiyetle yedik. Akşam yemeğinden sonra yatmak için başka bir eve geçtik. Ev çok temiz ve düzenliydi. O yörenin şartlarında çok lüks sayılabilecek banyosu, alafranga tuvaleti ve sıcak suyu vardı. Geç saatlere kadar, kurulan zengin bir yer sofrasının etrafında viskilerimizi yudumlayarak sohbet ettik. Sofrada bağ bahçelerinde yetiştirdikleri iri taneli siyah ve beyaz üzüm, armut, ufak ama çok tatlı ve lezzetli incirlerden bol bol vardı. Ayrıca çok lezzetli bir çeşit fıstık vardı. Antep fıstığı sanmıştım; ama değilmiş. Dolgun ve çok lezzetli bu fıstık türü bizzat yörede yetiştiriliyormuş. Sabah kalktığımızda evin arkasında salkım salkım fıstık yüklü ağaçları gördük.
Sabah kahvaltı öncesi “Qubıl Dor” adını verdikleri mezarlığa gittik. Mezarlık yüksek bir tepenin üzerindeydi. Eskiden tepenin hemen yamacında bir köy varmış. Qubıl Dor bu köyün ismiymiş. Taş ev harabeleri artık toprağa gömülmeye yüz tutmuştu. Tepenin doruk noktasında koca ve asırlık olduğu her halinden belli olan bir meşe ağacı vardı. Ağacın hemen yanında kubbemsi bir tümsek ve üzerindeki güneş sembolü dikkat çekiciydi. Aynı sembol hemen bütün mezar taşlarının üzerinde de vardı. Biraz daha dikkat ettiğimizde bütün mezarların doğuya yani yine güneşe baktığını gördük. Tümseğin birkaç adım ötesinde küp şeklinde bir kulübe vardı. Kulübenin güneşe bakan tarafında ufak bir pencere konmuştu. Bir köşesinde Kürtçe’de “tıfık” denilen bir ocak bulunuyordu. İçindeki kül ve kömürleşmiş odun parçalarından orada sürekli ateş yakıldığı anlaşılıyordu. Bütün bunları ve ibadet ederken yüzlerini güneşe çevirmelerini hatırlayınca kendilerine “xelkê Rojê” demekte ne kadar haklı olduklarını anlamamak mümkün değildi.
Qubul Dor Mezarlığı’ndan inerken dostumuz Feqi Şekir, uzaktan çok eski olduğu belli olan bir mezar gösterdi: “Biz bu mezara qabristana “Keçka Xezali” diyoruz.”dedi ve şu hikayeyi anlattı:

Kildaniler5

Yıl 1978. Yer Batman’ın Cumhuriyet Meydanı. Şehrin en merkezi noktası. Welatê Xaldalı iki Yezidi İhtiyaç duydukları bir iki öteberiyi almak için ürkek adımlarla bir seyyar satış tezgahına yanaşırlar. Tezgahın başında uzun sakallı, külahlı biri var. Batman’ın tanınan bir siması, halk arasında “Sofi Berebat” diye bilinir. Sakallı onların Yezidi olduğunu anlar ve onlara “satacak malının olmadığını söyler” Bununla kalsa ne ala; Sataşmaya başlar. Yüksek sesle şeytana lanet getirir. Her ne kadar iki Yezidi: “Sofi yapma, milleti başımıza toplama, malını vermiyorsan da verme; ama bırak sessiz sedasız gidelim!” deseler de sofi ha bire bağırır: “Kafir Yezidiler, şeytanı savunuyorlar!” diye cahil güruhu başlarına toplar. İhtiyaçları olan bir iki öteberiyi almak için şehre gizlice giren günahsız iki insan linç edilmek üzere iken polis olaya el koyar ve onları karakola sokar. Ancak gözü dönmüş kalabalık, karakolun kapısına dayanır ve “O kafirleri bize verin!” diye bağırırlar. Giderek kalabalıklaşan azgın güruhu dağıtmak için polis havaya ateş açmak zorunda kalır. Bu arada bir polis şefi bir yandan kalabalığı coplayıp tekmelerken, diğer yandan dini, imanı da katarak ağza alınmadık küfürler savurur. İki savunmasız zavallıya aslan(!) kesilen külahlı, sakallı softa takımı çil yavrusu gibi dağılır. O esnada olayı uzaktan üzüntüyle seyreden devrimci bir genç, kaçışan softa takımına seslenerek: “Bakın size, dininize hiçbir zararları dokunmayan, savunmasız, zavallı iki insana sırf inançları farklıdır diye din iman adına saldırıyordunuz. Oysa dininize, imanınıza küfreden polisin önünden kaçacak delik arıyorsunuz. Yiğitseniz polise de karşı koysanıza… Eğer bu cesareti gösterebilirseniz biz de sizi destekleriz!” der Ancak nafile, biraz önce savunmasız, iki insanı linç etmeye çalışan sözde dindarlar, bu sözleri işitmezlikten gelirler.”
Bu olayın yaşandığı günden bu yana 30 yıl geçmiş; ama zihniyet hiç değişmemiş. Ne acı…Kendilerine “Xelkê Rojê”(Güneşin Halkı) diyen bu onurlu ve mert insanları en çok üzen ve inciten şey: Hiç hak etmedikleri bütün bu zulmü onlara reva görenlerin Kürt kardeşlerinin olmasıdır

kildaniler4

Bu köylerden, her biri 20 ile 50 haneli, hatta bir kısmı 50 hanenin üzerindedir. Ancak hemen hepsi birer viraneye dönüşmüş, evlerin büyük kısmı yıkılmış ve boşalmış. Bunlardan Şahsımê’de 1, Şımzêde 9 ve Feqira’da 4 aile kalmış. Diğerleri ata topraklarını terk etmek zorunda kalmış. Büyük bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleşmiş. Bölgedeki diğer köylerin durumu bunlardan pek farklı değilmiş. Kalanlar genellikle yaşlı kişilermiş. Bir zamanların yaşayan, canlı, her şeye rağmen yaşam dolu köylerin sokaklarında birkaç yaşlının dışında in cin top oynuyor. Geriye kalanlarla sohbet ettiğinizde, yüzyıllarca yapılan haksızlık zülüm ve baskıların izlerini yüz ifadelerinde, davranışlarında bulmak mümkün. Tedirgin, kuşkulu, güvensiz ve dargındılar. Bir zamanlar yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için şehir merkezlerine giremediklerini hüzünle anlatıyorlardı. Birçok kez linçle karşı karşıya kaldıklarını, tartaklandıklarını, küfür ve hakarete uğradıklarını anlattılar. Bugün bile besledikleri hayvanları, ürettikleri ürünleri serbestçe pazara götürme imkanları yok. Müslümanlar “haramdır” diye almıyorlar,(Öte yandan aynı Müslümanlar pek çok araç gereç ve gıda maddesinin ithal olanına ilgi gösteriyor.) besledikleri hayvanların etini yemiyorlar. Pazar yerlerine, şehir merkezlerine bile sokulmuyorlar. Hala var mı, bu tür uygulamalar, diye sorduğumuzda: “Eskisi kadar olmasa da devam ettiğini” söylüyorlardı.
Bunları dinlerken Batmanlı kadim dostum Heybet’ten duyduğum şu hikayeyi hatırladım:

Kildaniler 3

Kürtlerin, “WELATÊ XALDA” (Kürtçe’de Xaldi’nın ülkesi anlamına gelen bu isim, Türkçe ifadeyle “Haldi’nin Ülkesi” anlamına geliyor. Haldi, bilindiği gibi Urartuların savaş tanrısıdır. Doğrusu tarihi gerçekler açısından araştırılması gereken önemli bir konudur.) dedikleri bölge, Kuzeyde Beşiri, Kurtalan; güneyde Hasankeyf ve Dicle Nehri arasında kalan bölgedir. Diğer bir ifadeyle kuzeyde Garzan Dağları, güneyde Raman Sıra Dağları’nın kapladığı bölge Welatê Xalda dır. Bu bölgede eskiden toplam 366 Yezidi köyü varmış. Ancak bölgeye hakim olan devletler, Müslüman Kürtler ve diğer Müslüman halkların yıllar boyu süren baskıları sonucu Yezidiler topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve bölgedeki Müslümanlar bu topraklara el koymuşlar. Böylece günümüzde 366 köyden geriye kalan Yezidi köylerinin sayısı 20 bile değil. Hali hazırda Yezidilere ait kabul edilen Welatê Xalda köyleri şunlar:
1-Handuna
2-Duşa
3-Baziwan
4-Şımzê
5-Cınêrya
6-Qorıx
7-Kelhok
8-Feqira
9-Enap
10-Hacrê
11-Geduk
12-Texrê
13-Şahsımê

Kildaniler 2

Bir yorgunluk çayından sonra birkaç kilometre ötedeki bir başka yezidi köyü olan Faqira’ya taziye için gittik. İlk kez bir Yezidi taziyesine gidiyordum. Burada ne yapılır, ne söylenilir, hiçbir bilgim yoktu. Hatta ilk oturduğumuzda gayrı ihtiyarı Fatiha okumak için ellerim yukarıya doğru açılır gibi oldu; ancak hemen durumu toparladım. Neden önceden sorup, adetlerini öğrenmeyi akıl etmedim diye kendime kızdım. Ancak beraber geldiğimiz arkadaşları göz ucuyla izleyince Fatiha’nın dışında hemen hemen bütün ritüellerin Müslüman Kürt taziyelerindekilerle aynı olduğunu gördüm. Böylece “Serê we saxbe”, “rehma xwedê lê be” vb. söylemlerle başsağlığı diledik. Başsağlığı faslından sonra koyu bir sohbet başladı. Sohbet dönüp dolaşıp bölgede yıllar yılı Yezidilere uygulanan baskı, eziyetlere geliyordu. Gerek orda gerekse daha sonra ev sahibimiz Ali Kartal’la yaptığımız sohbetlerde önceleri bilmediğim ya da yarım yamalak duyduğum birçok şeyin aslını öğrenme fırsatı buldum.

Kildaniler 1

Almanya’da yaşayan dostumuz Şekir’i ziyaret etmek için üç arkadaşla köye gittik. Saat beş gibi Diyarbakır’dan çıktık. Batman-Hasnkeyf yolunun 5. km’ sinden sola sapan ,dar, asfalt yola girdik. Yolumuz üzerinde bulunan Barısıl ve Keverzo köylerini geride bıraktıktan sonra Şımzê isimli Yezidi köyüne vardık. Geride bıraktığımız ilk iki köydeki kalabalık ve canlılık yerini bu köyde sessizliğe ve terk edilmişliğe bırakmıştı. Büyükçe bir köydü. 30-40 hane vardı; ancak evler tamamen boştu. Sonradan öğrendik ki sadece 9 ev kalmış. Girişinde jandarma arama noktası vardı; ama asker yoktu. Askerler tepedeki karakolda vardı. Yol köyün ortasından geçiyordu. Sağlı sollu boş evler ve sokaktaki sessizlik bende kasvetli bir hüzün yarattı. Alacakaranlık basıveriyordu ki asıl konağımıza, Şahsımê ye, vardık.
Şahsımê 3-4 hanelik bir köydü ve tek bir aile oturuyordu. Onlara misafir olduk. Zaten dostumuz Feqi Şekir( Feqi Ezidilikte bir mertebedir) de onların misafiriydi. Şekir’in köyü Batmanın Beşiri ilçesine bağlı Kınkans isimli bir köyüdür. Ancak, yöredeki güçlü Müslüman bir iki aile her türlü zor, tehdit ve sahtekarlığa baş vurarak köyü ellerinden almışlar. Topraklarını geri almak için başlattıkları hukuki mücadele devam ediyor. Dostumuz her yaz vatan hasretini gidermek için gelir, ancak doğduğu topraklarına, köyüne gidemiyor. Bu nedenle dostlarında misafir olarak kalıyor.

26 Mart 2009 Perşembe

Ayıp Günah

Yahu ayıptır. Günah varsa günahtır. Neyin yardımı bu. Çileden çıkartıyorlar insanı. Doğal afetlere uğramış, yada gerçekten yardım edilmesi gereken insanlara aşını verirsin, verebiliyorsan işini verirsin. Isınmasını, barınmasını sağlarsın.

Bir Allahın kulu da çıkıp arkadaşlar adamların üzerine bombalar yağıyor. Yani yakışıklı görünsünler diye mi şık giysilere ihtiyaçları var demiyor. Tamam giysi bir yardımdır. Ama bu giysiler yardım edilen kişinin hava şartlarına göredir. Soğuk bir ülkeyse kışlık bir şeyler verirsin. Gibi, gibi, gibi.

Ya ben gerçekten anlamıyorum. Yada birileri bizi gözden çıkardı. Aptal olduğumuzu örneklerle anlatmaya çalışıyor.

Açıklama yapmak istiyorum bu konuya ayrıca. Hiçbir şekilde insani yardımlara karşı değilim. Düşünce olarak tabiî ki bana en doğal geleni insanlara aş vermek yerine, aşı alacak işi sağlamaktır. Gazze nin şu anda iş gibi bir kaygısı olamaz. Ama yapılan yardımların gene de üzerine basa basa söylemek istiyorum ki. Gerçekten insani yardım olması gerekiyordu. Karınlarını doyurmak gibi….

Ve en kısa zamanda barışın gelmesi dileğimle

Farklıdır Geceler

Bakkalım çayını çoktan koymuş olmalı ocağa, hadi gel ilk ağzı birlikte içelim demeli, yeni aldı çay demini. Mis gibi duymalıyım o kara demlikteki çayın kokusunu.

Denizi görmeliyim mutlaka. Uzun uzun bakışmalıyız; hava nasıl acaba bugün demeden dalgalara bakıp anlamalıyım havayı. Evet bugün denizden esiyor rüzgar . güzel bu güzel

Birazdan balığa çıkacak İlyas abi. Akşama kesin karides getirir. Yada ıstakoz.

Fırının önüne dek pijamalarla gidip sevginin kokusu kadar güzel ekmek kokuları gelmeli burnuma. Ah ne ah. Seni nasıl severdim bilirsin ya fırından yeni çıkmış ekmek kokusu gibi severim seni derdim. Kahpe dünya.hey gidi hey ………..

Yok öyle ben naylon torbalara sardıramam ekmeğimi. Alırım gazeteme sarıp ısısınla ısınarak, hatta yolda birazda çok sevdiğim köşesinden tırtıklayıp yiyerek yürürüm.

Rasim ağanın bahçesinin önünden geçerken terelere takılıverir gözüm. Bir iki daldan bişi olmaz diyerek kırıveririm. Sıkıştırırım kolumun altına bir güzel.

Kimse benden daha geç kalkamaz bu evde. Ne yapıpı edip uyandırmalıyım ev halkını.saat 8 olmadan başlarım söylenmeye, çocuklar saat 9 olmadı, kalkmadılar mı gene başlarım çocuklar saat 10 günü geçirmeyin hadiiiiiii.

Evin orta yerine kurulan o kahvaltı sofrasında en son zeytini kimin yediği bile belli olmaz. Bir kargaşadır gider. Konuşan, bağıran, ekmek bitti, hadi çayı ver diyen.

Günün en sevdiğim anı başlamıştır işte…aslında başlayan bir ömürdür bana göre ..kimin ne yediğinin, ne dediğinin hiçbir önemi yoktur aslında. Ve şu anda başlayan yaşamdır. Bu andır yaşamın kendisi. Çok basit olarak gördüğümüz bu an farkında olmaksızın bizi kenetleyen andır aslında. Bunu en çok ne zaman anlarız biliyoruz değil mi. Bir gün bu kahvaltıları edecek tek bir kimsemiz olmadığında ….….

Geceler daha farklıdır. Uzun, karanlık ve zaten tek kalınan anlardır. Uykuya vardığımızda yanımızda olan, olmayan her şey anlamını yitiriverir.

Sarılıvermeli güne, ve değerinimi bilmeli acaba.

Asıl Bizi

Perdeyi artık sonuna dek açmıştım. Güneş, tavanda sallanan ucuz avizenin aptal taşlarını renk renk duvara yansıtıyordu. Büyülü bir şey bu. İzlemeye doyamıyorum. Bunu hiç yapmadığımı düşündüm. Ne kötüydü…. İlk kez görmüştüm.

Kalkıp duşa girerken artık ayılmıştım. Suyun sıcaklığı coşturuyordu neşemi. Çıktığımda havluyu sarıp bedenime, saçımdan damlayan sulara aldırmadan mutfağa yöneldim. Ordan salona. İşte şimdi oldu dedim. Tüm kapı ve pencereler açık.

Soluk alabiliyorum böyle zamanlarda. İçime işliyor mutluluk. Sanki hiç yaşamamışım karanlık geceleri.

Üstümü bir çırpıda değiştirip, kahvemi almaya giderken yerde yüzüğü gördüm…….

Nasıl zor bir akşamdı. Yıllar bir çırpıda yaşanmışlıklarınla kalmıştı. Ve artık yaşanası başka zamanlarım vardı.

Bir boşanmanın ertesinde. Doktorumun bana dediği bir dolu travmalardı. Kavgalarım olacaktı kendimle. Uzun uzunnnnnnnnn. Ve içinden çıkamayacağım anlarım hemde bir dolu.

Ekonomik dengelerim alt üst olacaktı uzmanlarca. İntiharın eşiğine getiriyordu kimi kadınları ve hatta.

Dedim ya mantığımı kullanmam böyle zamanlarda. Duygularım var. Başa sarıp filmi izlemektense yeni bir filmin tadına varmalı.

Zordur karar anları. Düşünülmüştür. Planların vardır. En korkuncu ya beceremezsem, ya olmazsalardır.

Hiçbir problemin çözümsüz olmadığına inanmaktan geçiyor çözümler.

Bir sabah yine böyle güneşi gördüğümde vermiştim bu kararı. Ve yine güneşli bir sabah ta vardım ayırdına mutlu bitişlerin de olabileceğinin.

Korkularımdan korkmuşum uzun zamandır. Alamadığım kararların arkasında hep nasıl olacağı yatmış demek. Oysa en güzeli yaşayıp görmekmiş.

Biliyormusunuz kimse ölmüyor bitti diye. Ve hatta kimse ağlamamalı bu hallerde. Asıl ağlanacak olan. Asıl bizi zorlayan neden bitmedi olmalıydı yaşamda.

Aynı yastığa konan birbirine binlerce kilometre uzakta iki başın verdiği ağırlığı, bir hayır atıverir hayatımızdan. Nerde diyeceğimizi bilip kendimize yolculuklara başladığımızda.

Bitirdiklerimize değil de, bitiremediklerimize hayıflanmalar kalır elimizde.

Bırakın bunları hepsi boş birer safsata. Alın kendinizi karşınıza ve sorun. Ben nerde olmak istiyorum. Ve sonra çıkın kendinize yolculuğa.

Güneşin ilk ışıklarını kaçırmamalı derim. Ve ucuz bir avizenin aptal taşlarını

Kızım Benim

Oysa nasıl severdik bu akşam hengamelerini. Gelişini beklerdim. Dış kapıyı çaldığında, açıverirdim evin kapısını ve karşıdaki koltuktan, içeri girip. Çantanı bırakıp doğruca elini yıkamaya gidişini izlerdim. Sen bunu bilemezdin.

Sabırsız olurdum. Hadi değiş gel üstünü, derken sana. Hadi gel hazır masa derken sabredemez yerimden kalkar. Mutfakta dolanırdım.

Mutlaka gözlerin gülerdi, anlat bakalım derdik neler oldu tüm gün.

Fazla konuşmazdım masada. Bilirdin. Sonrasında elleme derdim sen bir şeye. Ben toplarım Arkana bakarak giderdin. Ben sigaramı içerken mutfakta. Sen mutlaka pijamalarını giyer, her akşam ojelerini sürerdin.

Kaç dizi biterdi sen yarın için giysilerini hazırlarken, kaç kez izlerdim aynı reklamları.

Hiç sevmezdim geceleri geç yatmalarını. İçim üzülürdü. Uykunu alamadığında. Sabahları kalkamazdım sana ama, giderken gizlice bakardım camdan.

Şimdi neler yapıyorsun kimbilir. Ne arkandan bakan vardır camlardan. Ne de bekleyen hazır bekleyen masalar.

Çok sevdiğin köftelerim hep olacak dolabımda unutma.

Ne zaman sıkılırsa canın gel burada hazır masan. Ne zaman içindeki sevinci paylaşmak istersen gel. Seninle gülerim ben. Bir kahvenin kokusumu burnuna gelen. Arama bile, hemen gel.

Gittiğin yerde yanındaki ben olurum, sırtın açılsa gecenin bir yarısı düşlerim örter üzerini.
Ama ne zaman üşürsen yine bana gel.

Çok sevdiğim, sana veremem dediğim sarı kazağım var ya. Gel de al onu da. Giyemedim yokluğunda.

Günlerce giremedim eve gidişini anladığımda. O duvarlar daha bir uzun geldiler gözüme. Ev daha bir soğuk. Gülümsemelerini arardım en çok burnumun direği sızlarken.

Gelinliğinle evden çıkarken ağlamadım. Düğününde de en çok ben oynadım zaten. Senle olan anlarımı hep severek yaşadım.

Ve kızım sen giderken. Ben arkandan ağladım

Özledim

Bir ışık arıyorum. Bulamıyorum. Biliyorum var. Ne yana koşacağımda sadece sorun. Yönümü bulamıyorum.

Bir el olsun istiyorum. Alsın kucaklasın, bir gelini kapısından kaldırıp kucağında eşikten atlatıverecek gibi duran bir damat eli misali.

Alsın bu eşikten atlatıversin istiyorum. Kolay ca. Hazırca. Hayır kendim bulmam gerek yolumu. Bu el olmayacak biliyorum bunu.

Koşmayı biraz yavaşlatıyorum. Tamamen durağan olmasada. Yavaşça bırakıyorum, gökyüzünde gözlerim. Gözgöze geliyoruz. Önümde açılan bir kapı. Kuş tüylerinden. Nefesim yetiyor açılmasına. Duruyorum. Bu muydu istediğim. Bilmiyorum. Artık hiçbir şeyi bilmiyorum.

Tek istediğim o ışık. Tüylerin arasından süzülüversem ışık orda biliyorum. Rengarenk görüyorum tüyleri. İçinde mavi boncuklusu bile var. Bu bir tavus kuşunun olmalı diyorum. Nefesimi tutuyorum geçerken. Dağılmalarından korkuyorum.

Ve işte ışık. Benim beklediğim. Nefesimi vermeye hazır olduğum………

Sensin….o………. kaçarak kurtulmayı denediğim

25 Mart 2009 Çarşamba

Umudum

Maziyi ömre gömerde giderim
Aşkın sihrini tadarken yudum yudum
Ömrümü sererde çeker giderim
Umudun rüzgarında kanat takarken
Ayrılığın zulmünü tadarda giderim
Bırakıp kendimi senin kollarına
Sonsuzluğa kafa tutarda giderim
Azraile bile baş eğmezken
Önünde secde eder giderim
Bir gülüşüne bir ömrü feda eder
Yinede bu diyardan çeker giderim
Her şiirde yaşanırken sevdam
Denizde dalga olur giderim
Sende Kaf dağını keşf ederken
Ömrümün girdabında boğulur giderim
Her yerde seni ararken
Bulamadan çeker giderim
Öfkenin önünde tir tir titrerken

Oysaki

Dün yayınlanan ultimatonla
Utancım dinmişti kendimde
Oysa bomba sesleri
Ve çarşaf gazeteler
Televizyon ve haber merkezleri
Katmerleştirdiler utancımı
Şimdi kızıyorum da Goradze’ye
Ne var Petrolun olsaydı
Bu gün konuşurken
Yarın öleceklerle
Petrolun erdemleri üzerine
Nutuk çekmişim
Acıyarak baktı ölecek adam
Acıyarak baktım ölecek adama
Anlamadı tabi söylediğimi
Anlatamadım tabi söylediğimi
Afrika’dan dönen UNO askerleri

Güneş

Güneşin artık doğmadığı
Baharı unutulmuş Goradze’den
Dolaşırken sokaklarında.
Dün utandım kendimden
Biliyormusun bugün 23 Nisan
Ölen çocukların hayaletleriyle
Bomba ve silah sesleri arasında
Bir tören kıtasının ciddiyetiyle
Yürüdük Goradze sokaklarında
Arkamızda mızıka takımı
Sanma sakın hayalet
Etli, canlı, şişman
Göbekleri Gorad’zenin kanlarıyla şişmiş.
Uluslarası şirketler ve yardakçıları

Sana Terk

Sonrada kendimi
Bıraktığım!
Gecelerden birini
Sana terk ederek
Betimledim hüznümü
Sabahladım!
Ak ayazmalardan
Japon krizmasından
Uykularımdan
Çıkartarak seni
Ağladım!
Tutunmaya çalışarak
Bıraktığım sevdalara
Bana geri ver!
Ne olur!
Unutulmuş gecelerin rengini
Yalım ayaz
Sabahın sesini

Ansızın

Sözcüklerde dillensin
Veda edişin
Nede!
Bakışlarda gizlensin
Dur!
Gitme deyişin
Ansızın!
Girdiğin gibi dünyama
Öylece olsun
Gidişin
Gecelerden birinde
Bakmışım!
Bomboş yanı başım
Uykusuz kalmama aldırma
Aldırma seni aradığımda
Çalsın telefonun sesi
Suskun!
Duraksamalı!
Hepsi bu olmalı
Bensizlikte gidişin

Kestane Rengi

Öp!
Tadarak
Çatlamış dudaklarım
Günahla yanacak
Okşa!
Sararak
Kestane rengi saçlarım
Sevdanda tutuşacak
Biliyorum!
Bugün değil
Yarından da öte
Bir gün olmayacak
Tutup öptüğün
Okşadığın bu beden
Bu ruh
Hiçbir vakit yaşamadı
Yarında yaşamayacak
Zamana tutsak
Ötelerde kayıp olacak

Ben Ve Öbürleri

Karakolun önünde
Yemyeşil çayır çimen
Yasaktır!
Giremez içine
Komutan!
Mayın döşetmiş
Hainler ölsünlerde
Kurtulsun çimenler diye
Azat on yedi‘sinde
Yeni filizlenen fidan
En büyük merakı
Beyaz camda görünmek
Top peşinde koşarken
Botan abisi
Dağda gerilla
Geçen yıl
Verdiler toprağa
Anası ondan kızar
Top oynamasına
Bari!
Son kuzusuda
Okusunda
Katılmasın kanlı kavgaya
Ana yüreği bu
Acır askere
Kan ağlar oğluna
Dağdaki oğullarına
Dört‘ te kızı var
Evlat olarak sever
Lakin öbürlerinin
Yeri bir başka der
Tut ki!
Botan öldüğünden beri
Kendini diri diri
Gömdü toprağa
Ondan bir başka
Düşkün oldu
Oğlu Azada
Bazan kızmakta
Azat’ın karakolda
Istanbul’lu!
Asker arkadaşına

Dağ Taş

Doğma, büyüme oralı
‘‘Hainliği‘‘ kendisi seçti
Üniversitenin
Ortasından terk ederek
Sevdalandı
Düşlerindeki güzele
Keremi oldu Aslının
Dağ, taş, tepe
Onu aradı
Gündüz gece
Bir vakitten sonra
Avcılar avlamışlar
Bilinmez yerlerin birinde
Kan revan
Sevdalısının göğsünden
Koparıp almışlar
Götürmüşler sürükleyerek
Dövmüşler öldüresiye
O hep susmuş
Vermemiş sırrını dışarıya
Diğer sevdalıların
Adreslerini avcılara

Zeus

Zeusun yıldırımları
Yağarken üstüme
İnsanlığın onuruyla baş eğmem
Ne tanrılar hükmeder yazgıma
Ne ölümsüzlüğü kayb etmem çare
Dostum toprağın düşerim bağrına
Başkaldırıyorum ölümsüzlüğe
Yinede gökler
Aman vermez
Bende ki yalnızlığa
Çaresiz
Sığınırım koynuna gecenin
Korkularımla
Eğilirim önünde

Cennet

Zevk-ü sefa haram buyurmuş
Şarap ırmağı oraya kurulmuş
Huri kızları her gece bakire
Bu tarafta günah bizlere

Cennet meyvesi üzümü översin
Suyunu sıksam bana söversin
Öbür tarafta Zebanilerle döversin
Bu taraftakilere zulüm niye

Sevsem varsam yanına, harammış
Zina diye fetvada varmış
Huri kızına nikah da yasakmış
Senin a canım adaletin nerede

Bin yılı bir gün eylersin
Bize de ömrünüz çok dersin
Üstüne ibadeti de beklersin
Neden anlamazsın beni böyle

Rus General

Vurmuşum kendimi
İstanbul gecelerine
Pera’da, akardiyon çalıyor
Beyaz rus generali
Gönlünce
Devrimden kaçan prens
Barmen
Dolduruyor kadehimi
Kendince
Karşımda
Mehtabın kıskandığı
O şuh kadın
Desbina
Çal!
Gönlünce general
Prensim
Doldur kadehimi
Bu gece içeyim

Unutma Beni

Yankılanacak dağlarda
Ovalarda
Ve susmayacak
Bu yürek
Can tende
Var oldukça
Unutma ey halkım
İstesende unutturmuyacağız
Kendimizi sana
İşkencede direnişin
Fabrikada emeğin
Tarlada doğanın sesiyiz
Haykıramadığın
Binlerce yıllık
İsyanın öfkesiyiz
İdamında Pir Sultan
Direnişinde Torlak Kemal
Baba İshak
Suskunluğunda

Hüzün

Hüzünler doğdu
Bu ayrılık
Bu hasret
Artık çekilmez oldu
Karanlık gecelerin birinde
Son konukta
Kapımızı çaldı
Mevsim sonbahar
Havada kar
Yüreğim
Cehennem ateşi
Tutuşmakta günahlar
Hani
Hep bahar olacaktı mevsim
Göçmen kuşları yuvasını
Dallarımıza kuracaktı
Yaşamın damgasıydı sevgimiz
Oysa şimdi bir tanem
Bu ayrılık
Bu hasret

sensiz acılar

Çuvaldızım yamar yıldızları
Güneşi alırda
Korum yerine
Bitiremem sensiz acıları
Balıkları ekerim denize
Toprağın bereketi benim
Piramitleri kurdum
Bir gecede
Hani nerede
Giden sevgilim
Işıkla yoldaşım
Galeksi arkadaşım
Her gece dünyayı
Yeni baştan kurarım
Rahme düşen bebeğin
Canı bende
Kendi yalnızlığımda
Bir başımayım
Kuşların rehberiyim
Her göçte
Mevsimlerde zamanın
Hüzün gözyaşları döker Afrodit
Çare olamam kendi dertlerime
Ademi
Ben yarattım Havvasına
Türlü tattaki yemişleri
Cenneti kurdum
Yedi katın yanına

Sevdiğim

Ben daglara aşıktım
Daglar bana
Birde yüregimin orta yerinde
Yaşayan Keje’ye
Geçit vermezdi aşiretin töresi
Ondan sığınmışam
Namus bekçisi karlı doruklara
Ondan çıkmış lo, adım Eşkiyaya
Ne sırtından vurmuşam adamı
Kahpe pusularda kancıklamışam
Ne çalmışam garibin
Ekmegini, namusini
Geçit vermemişem hainlige, kahpelige
Bir dostluga gönül koymuşam
Birde gönül bahçamın son gülü Keje’ye
Dostum vurmiştir beni sırtımdan
Sayki iki küregimin ortasina
Saplamişdir pasli hançerini
Ölmemişem, yaşamişem

24 Mart 2009 Salı

Düştüm

Sarhoşumda en ağırından
Seni!
İlk tanıdığım günkü gibi
Lakin!
Mutluluktan değil
Alkolden be birtanem
Geceler yine salkım saçak
Yürüdüğüm sokaklara
Gölgemi bırakarak
Mehtabın bile farkında değilim
Odam küsmüş
Yatağım dargın
Ben bu gece
Yine yemişim vurgun
Koyma beni
Yalnızlığımın
İzdüşümsüz sürgününe birtanem
Gel be birtanem
Gel bu gece
Bırakma beni
Korkularımın girdabına
Dayanamam sonra
Boğulurum
Gülbeyazım
Karanlık gecelerde
Amansız dalgalar gibi
Gözlerinin denizinde
Hasretim pupa yelken
Issız gemimde
Rüzgarı boraya çevirmişim
Anılar ortasında
Yağmurum ıslatıyor toprağı
Taşarken gözlerimden
Biliyorum!
Dayanamazsın sende ağlamama
Dudağım!
Çatlamış toprak misali
Sensizlikte Gülbeyaz
Anlasana!
Anlasana be birtanem
Renkleri silinmiş ağaç misali
Seni özlüyorum bu gece
Gel be birtanem
Gel bu gece
Bu gece!

Çığlık

Çıkıp bağırmak istiyorum, avazım çıktığı kadar, gene içeri alırlar diyerek korkuyorum. Korkmak ayıpmı, ayıp, erkek adam korkarmı, korkar tabi, Zebani’ler insanmı sanki, uzaylı adamlar var hani, insan kılığında, onlar gibiler. Bakıyorsun senin gibi, yok Ayla, onlar senin gibi olamazlar, sen sevgi dolusun, olsa olsa benim gibi. Gene olmadı işte, benim gibi olsalar, ben onlar gibi olurum. Onlar nedir acaba? Ayla’da bana hep, Ali Rıza diyor, ama o kim? Beni eski bir sevgilisi ilemi karıştırıyor.”

Biraz düşündü, gözlerine baktı uzunca, tedirgin bakışlarını yakaladı Ayla’nın, ”benden çok korkuyor, neden acaba, Zebaniler’in elindeyken bile insana kıyamaz, döv dediklerinde, o gencecik insanlara vurmazdım, kapanırdım içime, azmı dayak yedim Zebani’lerden. Ben nasıl kıyarım sana Ayla.”

Ayla, ellerinden tuttu Ali Rıza’nın, gözlerine gülümseyerek baktı. ”Yine ne düşünüyorsun bir tanem, dalgınsın, benimle sohbet etmek istermisin.” Gülümseyerek uzandı, sıcacık bir öpücük kondurdu dudağına. ”Bende acılar yaşadım, senin gibi, evliliğimin ilk günlerinde yaşadıklarım.” Umursamadı anılarını, ”şu an Ali Rıza var, o bana muhtaç bir çocuk gibi. Delimi acaba, bazen çok akıllı birisi gibi davranıyor, tuhaf birisi bana göre. Hepsi bu, bu mu acaba. Kocamla ilk bir araya geldiğimde, küçük bir kız çocuğu gibiydim sanki.”

Adamın bakışlarında sıcaklığı gördü, seni seviyorum der gibiydi bakışları. İçinin ısındığını hissetti, aralarında oluşan bu sessiz dünya, ikisini de rahatsız etmiyordu. Yinede konuşmak gereği duydu. Avuçlarına aldığı ellerini öptü.

Canım, rahatmısın, o kadar uzak oluyorsun ki bazen, seni rahatsız etmemek için, suskun kalmayı tercih ediyorum. Sakın yanlış anlama, oldumu canım. Adamın cevap vermediğini görmesine rağmen, konuşmaya devam etmek isteği ile tutuştuğunu hissetti. ”Belki konuşursam, oda benimle konuşur, anlat acılarını.” Birden korktu, ”ya kızarda bana, çekip gitmek isterse, bir daha ben onu nasıl bulurum? Nasıl katlanırım yokluğuna, onsuz ben nasıl yaşarım? Gidermi dersin!”

Kendisinde başlayan yürek sancısına şaşırdı. İçinin acıması, çocukluk günlerine götürdü kendini. Babası ile annesi ayrılmışlar ve geride kendisi kalmıştı. İki ayrı insanın, kimin daha çok sevdiklerini gösterdikleri yarışta, sevgisiz geçen günler. Sevgilerini gösterecekleri çocukları dünyaya gelince, unutulmuşluğa bırakıp Ayla’yı, bebekleri ve anneannesinin hüzün dolu yalnızlığında, ayda bire düşen ziyaretlerde hatırlamışlardı varlığını. Unutulmak değil, önemsenmemek acıtmıştı içini.

Genç kızlık döneminin, yalnızlığını paylaştığı Erhan’sa, üniversite’de sıra arkadaşı ve sırdaşıydı, ancak evleninceye kadar. Daha sonraki insan yabancıydı sanki, hiç tanımadığı, yabancısı bir insan, insanmıydı acaba. Evlendiğimiz günden beri değişim korkunçtu, o insancıl ve yumuşak erkek yerini, despot ve baskıcı erkeğe bırakmıştı. Tüm yaşamının sınırlanması yetmez gibi, her an kontrol altında tutulan, her hareketinde hesap vermek zorunda kaldığı ve kendisinin kararı olmayan, kararlara uymak zorunda kalmış ve buna sadece bir yıl dayana bilmişti.

Sonrası tam bir kabus, boşanma için mahkemeler, darmadağınık anıları saçarak ortaya, kimin haklı olduğunun düellosunun yaşandığı, avukatlar savaşının ortasında yaşanan hüzünler. Ve her şey dağılmıştı bir kez daha, tekrar yaşama tutunması üç yılını almıştı. Bu yaşadığı acı tecrübeden sonra, babasını kayp ettiği günlerden kalma güvensizlik duygusu, tüm insanlara güvensizliğe dönüşmüştü. Ve ilk defa bir insana güveniyordu, Ali Rıza’ya.

”Sana neden güveniyorum ki, her an bırakıp gide bilirsin, sana güvenmek aptallık, ama ben sana güveniyorum. Bu güven duygusu nereden geliyor, belkide senin çocuksu tavrın, çaresizliğin, bana muhtaçlığın, bensiz yaşamayacağına olan inancım. Sahi, bensiz bu güne kadar yaşadın, bundan sonra da yaşarsın, yaşarmısın!” Birden başını kaldırarak adama baktı. Bakışlarında ki kararlılık, o an adamı korkutunca, elini tutarak gülümsedi.

Canım, kimsin sen, bana anlatmak istermisin! Adamın korkular dolu bakışlarından korktu, erkeğin birden ağlamaya başladığını görerek şaşkınlığı çoğaldı. Neden ağlıyorsun güzelim, ne oldu ki, ben sana sadece kimliğini sordum. Ağlamanın nedeni ne? ”Acaba evlimi, yoksa bu, o terörist denilenlerden mi? Üf ya, seni seviyorum işte, kim olursan ol, ne olursan ol güzelim!” Yavaşça yanına çekerek, göğsüne yasladı başını, küçük bir çocuğu sever gibi saçlarını okşadı, saçlarının okşanmasını istediği gibi.

Adamsa düşünüyordu, ağlarken. ”ben kimim acaba? Ben ne diyeceğim şimdi Ayla’ya, bir hesap numaram var ve param bitince bankaya gidiyorum, oraya para gelmişse çekiyor ve şehirden şehire dolaşıyorum. Kim sana para yoluyor derse, ne derim ki ona? Sahi, bu parayı kim yolluyor bana! Zebaniler’mi, yoksa başkası mı? Anlat artık, anlat ve rahatla!” Ağlamasının durduğunu fark ederek, şaşkınlıkla baktı Ayla’ya. Bazı anılar canlandı bir an ve tekrar sislerin içine gömüldüler. ”Yine başım çatlar gibi ağrıyacak, ne olur başlamasın, nefret ediyorum bu ağrılardan. Şimdi değil! Allah aşkına, şimdi değil!”

Daha sıkıca sarıldı, bir an nefesi kesilsede Ayla’nın, suskunca saçlarını okşamaya devam etti dahada sıktı ve o an panikle bağırınca, adamın aniden bırakarak, geriye doğru sıçradığını gördü. Canını mı acıttım, ne olur affet beni, sana acı vermek istemedim? Adamın tekrar ağladığını görerek, içinin parçalandığını hissetti. Adam tekrar. Ne olur affet beni! Adam gelerek ellerini öpmeye başladı. Fark etmeden kendisinin ağladığını görerek, adamı tekrar yanına çekti ve saçlarını okşadı. Geçti canım, geçti artık. Adam birden elini tutarak karşısına oturttu ve birden konuşmaya başladı.

Ben Kuleli Askeri lisesini ve daha sonra harp okulunu bitirdim, güneydoğuda görevliydim, orada ben… Durdu ve sessizlik uzadı, adamın gözbebeklerinde korku büyüdü. Avuçlarına batmaktaydı tırnakları, palet ve kurşun sesleri çoğaldı, çoğaldı ve tüm odayı doldurdu. Çığlık sesleri yankılandı ve çığlığı düğümlendi boğazına. Gözlerindeki çağlayan akmaya başladı ve bir ses yankılandı kulaklarında.

Buradaki yaşadıklarını anlatırsan, dünyanın öbür ucunda olsan bile, gelir seni buluruz. Yok ederiz seni, sakın unutma.

Beklentiler

Gözyaşlarımla yıkıyorum
Günahlarındaki masumiyeti
Yüreğinde
Kimbilir!
Hangi acıların
Umarsız çığlıkları
Ve boşluğun sancısı
İnceden ince
Efkar yağmurları ıslatır
Bırakmadığın kendini
İstencesiz sessizlik
Amansızca kuşatır
Varmak limanlara dersin
Unutmak unutulmayı
Hangi yana baksan
O ve sen
Hatıralar kuşatır
İşgal altında aşk
Savaşların ortasındayız
Bir yanım şiddet
Bir yanım
Kızıl Karanfil
Barikatlarda gömülü
Sevişmelerimiz
Ve sıcaklığın yatağımda
Düslerimde gömülü
Bıraksam kendimi
Temmuz ölümlerine
Bıraksam
Ve ölsem kollarında
Aşk inkar edermi
Aşka mahkum yüreğimi
Parangalarından kurtulup beynim
Duyumsarmı yalnızlıkta
Sensizliği
Ben olsam
Ya da sen
Bırakılmış hüzünlerin
İstencesiz
Sonbahar beklentilerini
Toplayarak buketinden
Toprağa eksek
Barış gibi
Kimbilir!

En Zor

Aşk çağrısında bu gece
Çığlıklarında duyumsanıyor
Bense sessiz ve sensiz
Hangi akşamların
Yorgun beklentilerini
Bırakarak şafağa
Kendi anılarımı
Gömüyorum yalnızlığıma
Biliyorum!
En zorudur beklemek
Sanki
Yalnızlığa demir atmışım
Her gölge sensin
Ben seninle beraber
Senden uzakta yaşarken
Aşk arka bahçede
Hüzün yağmurlarıyla ıslanır
Aşk çağrısını beklemekte
Ve ben
Hala sensiz
Özlemler ölümlerde
Acılarımda sensizlik
Hala beklemekte

semah

Çakar kibritini
Yalımlanır ateş
Atlılar yol alır
Dans ederken
Karanlıkta ışık
Hızırı çağırır
Kundakta ki bebe
Evlenecek genç kız
İhtiyar deli
Bilirim!
Hacet kapısıdır
Görünmeli bir kere
Çalı çırpı tükenir
Yağar kar inceden
Birazdan!
İnce Memet
Yürüyecek
Abdi ağanın üstüne
Çakır dikeni yanacak
Semah dönecek
Börtü böcek
Hızır ile
Desem ki!
Bende döndüm
Avuçlarda semahı
İnanmıyacaksın!
Sarhoşluğuma
Deliliğime vereceksin
Hızır şahit
Kolkolaydık
O gece

Eski Kuşaklar

Bir kuşak. Hangi yıllardı bunlar. Benim yıllarım dı tabiî ki. Doğduğum günden itibaren yazılmıştı yazım. Bana biçilen rol belliydi. Uzak duracaktım araştırmalardan. Bilimden. Teknoloji sadece bir klavyenin önünde duran monitörde geçirilecek zamandı.

Okumayı ilk başardığımda ailemin çizdiği yol belirlendi. Neleri okuyacağım. Hangi yarışlarda koşacağım. Giyeceğim giysiden, bineceğim servise dek her şey o kadar muntazamdıki. Benim ayrıca bir şeyleri düşünmeme gerek kalmıyordu.. Benim için her ayrıntı düşünülüp, şekillendirilmişti.

Hatta kimlerle arkadaş olacağım bile belliydi. Annemin kitaplıktaki kitaplarına bakmam yasak değildi. Ama gereksizdi. Onun başı çok derde girmişti o kitaplarla. Sadece inkılap tarihi yerine “devrim tarihi” dediği için okulundan atılmıştı. Gizlice sahaflardan aldığı kitaplarını bir “darbe”nin ardından yakmamak için uğraşmıştı. Metal bir kutu ile atmıştı sobaya sadece kapakları hafifçe kül kokuyorlardı o kadar.

Babam parkasına el sürdürmüyordu. Ve dolapta saklıyordu hala. Ama bana yasak değilsede, gereksizdi. Okul yıllarında benim ilgi alanım derslerim olmalıydı. En iyi ben olmalıydım. Mutlaka ilk yarışta birinci gelecek at olarak düşünülmüştüm.

Aile, eş, dost meclislerinde ne kadar güzel piyano çaldığım, bu haftaki 6 lıda hangi ayakta koşacağım hepsi bir intizam içindeydi.

Lise yıllarında. Fizik dersine gelen öğretmenim din dersi ezberlettiği için başkaldırıda bulunduğumda. Onu da öğrenmek gerek denmişti. Fizikte zaten kurallar vardır. Onlarıda benim gibi zeki bir çocuğun öğrenmesi işten bile değildir. Bellemiştim iyice bunları.

Üniversiteye girdiğimde babam tarafından kontrol ediliyordu kitaplarım. Neleri okuyamam onlar en iyisini biliyorlardı. Bunu yapmaları benim geleceğim açısından çok önemliydi. Çünkü bu ülkenin boş düşünen beyinlere değil, işini en iyi yapan mühendislere, doktorlara gereksinimleri vardı. Onlar düşünmüşlerdi de ne olmuşlardı. Doğduğum yıl babamı içeri almışlardı. Düşünmek gibi basit bir nedenden.

Okulun illede belirtilen tarihlerde bitmesi şarttı.. Ve arkadaşlarımla balo ve okul yemekleri dışında paylaşacak konularım hayata dair, ideallerime dair olmalıydı. Nedir hayat, çalışmak ve para kazanmak. Nedir ideal.; Bu parayı kazanmak için daha iyi eğitim almak.

Bunların hepsini yapacak kadar zekiydim. Benim başkalarından eksiğim yoktu. Kesinlikle öyle bana zarar verecek insanlarla arkadaş olmamalıydım. Bizi yönetenleri de biz seçerdik üstelik. Seçim zamanları gidip oyumuzu kullanmamız gerekiyordu bunun için sadece.

Biz bir yönetim şeklini değiştiremezdik. Bunu denemişlerdi işte annem ve babam. Ne olmuştu sanki. Günlerce aptal aptal düşündükleri için hala ne bir arsaları olabilmişti. Nede şehrin meydanlarında evleri. Üstelik adım başında ifade verdikleri resmi elbiseli adamlar ve asla giremedikleri konken partileri.

Oysaki benim bir hayatım olacaktı. Evim mutlaka caddenin en güzel yerinde. En iyi adamla evlenmeliydim. İllede sevmeme gerek yoktu ayrıca. Zaman içinde severdim. Ailesinin iyi olması, gelirinin ve işinin olması iyi bir kriterdi. Ama mutlaka eğitimi olmalıydı. Ya benim gibi doktor olacaktı. Yada mühendis. Yoksa kafaca anlaşamaz ve ayrılırdık. Bir zaman sonra biterdi konuşacaklarımız.

Hepsini yaptım bunların. Ben ilk yarışta birinci gelen tay dım J hepsini yaptım. En ufak sesim çıkmadı yaparken. Ve başardım. Şu anda oturduğum ev. En lüks yerinde bu şehrin. Kapısında arabam. Ve evimde eşyalar en güzelinden.

İyi de nedir bu boşluk. Kendimi yitik kuşak hissetmem nedir. Ve nedendir….
Bilmem anlatabildim mi. Bu yitik kuşak hangi senelerdedir

Başaramamak

Ergenliği aştı bile çoktan. Serpildi delikanlılıklara. Sevmeleri öğrendi de en alasından. Bir türlü beceremedi unutmaları. Dün isterdi sana sarılmayı, bugünde istedi, yarın hala bugünse gene istiyor. İsteyecek. Ilık su sonrası beyaz sabun kokardı tenin.

En mahrem yerlerini doyamazdım koklamalara. Aklıma geldikçe nefesin. İçim titrer yine delicesine.

Yıllardır değişmez bu; nedeni yoktur, niçini de. Sabun kokusunu arar nefesim. Nefesine karışsa ya bedenim. Olmayacaklarına inanamazda bile bile olmayacağını. Olacağına inanır hala. Delidir yürek. Asılır bir ipek böceğinin kozasına. Güç alır ipliğinden. Seni sorar karıncanın kanadına. Bir kelebeğin kanadında arar sesini.

Bir alışamadım ki yokluğuna. Gülümseten varlığına alıştım da. Ağladığım zamanları yok saydım ya.

Saçlarının arasında gezinirken parmaklarım. Kalemime sarılmışım sıkıca. Bu kalem saçların değil.

Neden göremiyorum seni uykularımda. Geliversen ya bir gece vakti ansızın yatağıma. Usulca girsen gene yanıma. Uyandırmaya kıyamadım desen. Zamanlardan sevişmeler olsa gene zaman. Ve akılsızca olsa kaçak lanmalar.

Çalmasa saatler. Issızlık olmasa zaman. Sımsıkı sarıl geldiğinde oldumu. İnanayım varlığına. Biraz canım acısada hani düşünme. Yanındayım de unuturum acılarımı.

Geleceğini bilmiyorum, gelmeyeceğinden emin değilim. Tek bildiğim. Seni düşünmelerin içinden çıkamadığım.

Ruhsal Zevk

En yasak konumuzdur bu. Bir yaşamı paylaştığımız insana, çocuklarımıza söylemekten, bırakın söylemeyi yanlarında ima etmekten bile kaçınırız bunu. Evlerimizde şiddet uyguladığımızda çocuklarımızın görmesinde bir sakınca olamaz. Çünkü şiddet erotizm içermiyor. Ama sevgimizi, hele de hele orgazm gibi “tu / kaka” bir sözü edebilmek için edepsiz bir aile yapısına sahip olmamız gerekiyor.

İlk bakışta aşk vardır yar; o bana hep hadi sevişelim i anımsatıyor. İnsanlar merhaba dedikleri anda vuruldum, bayıldım, öldüm dediklerinde buna gülemem bile. İtiyor beni bu sözler. Kokusunu bilmediğimiz, dokunduğumuzda ne olabilirliği hakkında en ufak düşüncemizin olmadığı birine nasıl “vurulup, ölüp, biter” iz. Anlamam zor ötesindedir. Bu bir orgazma başlangıç süresi gibi geliyor bana.

Beyinlerimizdeki orgazm ın bir süreç gerektirdiğini düşünüyorum. İlişkilerin temel mantığının anlaşmak, paylaşmak, aynı düşünceleri farklı şekillerde yorumlamak olduğuna inanıyorum.

Ve asıl orgazmın herhangi bir zaman dilimine bağlı kalmaksızın. Beyinsel olduğunu. Bedenin ise sadece bunda aracı olduğunu düşünüyorum.

Bırakalım hangi canlı ne kadar sürede orgazmı yaşıyorsa yaşasın. Konuşmaktan kaçınmayalım, şiddeti göstermeden önce çocuklarımıza beyinlerimizdeki skorların neler olduğunu anlatalım. Sevginin temel olduğu, çıkarsız ilişkilerin sadece biz insanlara dair olduğunu söylemek bize korku vermesin.

Yoksa korkuyorum ki şu anda domuzu kıskanan kişi sayısı, ilerde katlanarak artacaktır.

23 Mart 2009 Pazartesi

Psikoloji, FİBROMİYALAJİ KORKUSU

Fibromiyalaji tedavisi son derece güç bir sağlık sorunudur. Tecrübeli ve deneyimli merkezlerde sabırla yürütülen tedaviler bile başarısız olabilir. Her hastaya ağrının pskolojik kökenli olmadığı, ancak pskolojik sorunların ağrıyı arttırdığı

Uzun süren ve dayanılmaz ağrıları olan genç ve orta yaşlı kadınların korkusu;
Bu hastaların çoğu kez bazı psikolojik sorunlarda mevcuttur. Hastalarda kas ve eklem ağrısı en önemli belirtidir,

Fibromiyalaji tedavisi son derece güç bir sağlık sorunudur. Tecrübeli ve deneyimli merkezlerde sabırla yürütülen tedaviler bile başarısız olabilir. Her hastaya ağrının pskolojik kökenli olmadığı, ancak pskolojik sorunların ağrıyı arttırdığı, masaj gevşeme, teknikleri TENS, akupunktur, bio-Feedbaak gibi yardımcı yöntemlerden yararlanıla bilinir. Kas gevşeticiler genellikle başarısızdır en iyi sonuç, gece yatarken kullanılan bir antideprasan ile ( Amitriptilin)alınmasıdır.


BELİRTİ VE BULGULARI:



1-Güçsüzlük, bitkinlik, enerjisizlik
2-Sabah yorgunluğu ve tutukluğu
3-Uyuşma karıncalanma ve keçelenmele
4-Kas ve kemiklerde uzun süreli şiddetli ağrılar
5-Kabızlık, gaz, bağırsak spazmlarıve şişkinlik
6-Ağrılı ve sık idrara çıkma
7-Hava açlığı, çarpıntı ve göğüs ağrısı
8-Depresyon ve bunaltı hali
9-Baş ağrısı

Dhman Çevik, Boşlukta

Nedendir sanki bilmemBu gecenin sessizliği,Yalnızlığı.Böylemidir gariplik.Bir başka hava verir içimeBu durgun boşluk.Oturup ağlasam mı bir başımaBilmemÇıkıp bağırsam mı her yanaArtık deniz yutmuyorum hey…Göğe çardak kurmuyorumVazgeçtim tüccarlıktanGöle balık satmıyorum.Alın,Sizin olsun göğünüz, denizinizNe haliniz varsa görünYeter ki,Yeter ki sessizliğimi geri verin

Ailenin Kökleri

1.Aşağı aşama.- Çömlekçiliğin sahneye çıkışıyla başlar. Çömlekçilik, birçok tanıtlanmış durumda ve anlaşıldığına göre her yerde, örme ya da tahtadan kapları ateşe dayanıklı duruma getirmek için kille kaplama pratiğinden doğmuştur. Zamanla, bu pratik, kilin içinde şeklini aldığı kap bulunmadan da kullanılabileceğini bulunması sağlanmıştır.
Buraya kadar, gelişmenin gidişini genel bir biçimde belirli bir dönem için bulundukları bölgeleri hiç hesaba katmadan bütün halklarda geçerli olarak düşünebiliyorduk. Ama barbarlığın ortaya çıkışıyla iki kıtadan her birinin özel doğa niteliklerinin hesaba katılması gereken bir aşamaya erişmiş bulunuyoruz. Barbarlık döneminin belirleyici etkeni, hayvanların evcilleştirilmesi ve yetiştirilmesi ile bitki ekimidir. Ama eski dünya denilen Doğu kıtası evcilleştirilmeye yatkın hemen bütün hayvanlara ve biri hariç, ekime özgü her tahıla sahipti; Batı kıtası, Amerika ise, evcilleştirmeye yatkın memeli olarak (o da yalnız Güneyin bir kısmında) yalnızca lamaya ve ekilebilir tahıllardan da yalnızca birine, ama en iyisine, mısıra sahipti. Bu farklı doğa koşulları sonucu bundan böyle her iki yarıküre halkları, kendilerine özgü bir gidiş izlemişler ve iki gidişten her birinin, özgül aşamalar içindeki belirtileri birbirinden ayrı olmuştur.
2. Orta aşama.- Doğuda evcil hayvanların yetiştirilmesi Batıda sulama aracıyla yenecek bitkilerin ekimi ve yapılarda kerpiç ve taş kullanılmasıyla başlar. Batıdan Amerika ’dan başlıyoruz; çünkü Avrupalıların fethine kadar bu aşama hiçbir yerde aşılamamıştı.
Barbarlığın aşağı aşamasında buluna Amerika yerlilerinin arasıda ( Missisipi ’nin doğusunda bulunan bütün Kızılderililer bunlar içindeydi),daha ilk bulgulandıkları zaman larda, ufak ölçüde bir mısır ekimi ve belki de kabak, kavun ve öbür bahçe bitkileri yetiştiriciliği yapılmak taydı; besin maddelerin en büyük kısmı böyle sağlanıyordu. Bu yerliler kazık böl melerle çevrili köyler içinde tahtadan evlerde barınıyorlardı. Kuzey-Batıdaki ve özellikle Kol ombiya vadisindeki aşiretler henüz yabanıl dönemin yukarı aşamasında bulunuyorlar ve ne çömlekçi liği ne de bir bitki ekimini biliyorlardı. Buna karşılık Yeni-Meksika’nın Pueblos’lu denilen yerlileri Meksikalılar, Orta Amerika halkları ve Perulular, Amerika’nın fethi çağında barbar lığın orta aşamasında bulunuyorlardı. Bunlar, kerpiç ya da taştan yapılma kale gibi yerlerde barınıyor kanallarla sulanana bahçelerde durum ve iklime göre değişen ve başlıca beslenme kaynağı sağlayan mısır ve başka besi bitkileri ekiyorlar; hatta bazı hayvanları da evcilleştirmiş bulunuyorlardı; örneğin; Meksikalılar hindi ve diğer kümes hayvanlarını; Peru lular lamayı evcilleştirmişlerdi. Üstelik madenleri kullanmayı da öğrenmişlerdi; ama demir işlemesini bilmiyorlar ve bu yüzden taştan yapılmış silah ve aletlerden hiçbir zaman vazgeç emiyorlardı. Sonra da İspanyolların fethi, gelecekti bütün bağımsız gelişmeleri yok etti.
Doğuda barbarlığın orta aşaması, bitki ekimi bu dönemin çok ilerlemiş bir çağına kadar bilinmeden kalmış gibi görünürken süt ve et vermeye yatkın hayvanların evcilleştirilmesiyle başlamıştır. Davar evcileştirilip yetiştirilmesi ve hayli geniş sürülerin oluşturulması, Aryen lerin ve Semitlerin öbür barbarların yığınından ayrılması sonucunu vermişe benzer. Hayvan adları, Avrupa ve Asya Aryenleri arasında aynı kalmıştır; ama bitki adları, hemen hiç de böyle değildir.
Sürülerin meydana gelmesi uygun bölgelerde Semitleri Dicle ve Fırat’ın; Aryenleri ise, Hindistan, Amuderya (Oxus), Sirderya (larxarte), Don ve Dinyeper’in çayırlık çobanlık yaşamına götürma sonucunu verdi. Hayvanların evcilleştirilmesi işi herhalde bu otlak alanlar yöresinde başlamıştır. Böylece çoban halkların sonraki kuşakları yabanıl atalar, hatta barbarlığın aşağı aşamasındaki insanlar için hemen, hemen barınılmaz durumda olduğundan insanlığın beşiği olmaktan çok uzak bulunan bölgelerde yetişmiş olması gerektir. Tersine bu orta aşama barbarları çobanlığa alıştıktan sonra, ırmak boylarını çayırlık ovalarını kendi istekleriyle bırakarak atalarının ormanlık bölgelere dönmeyi akıllarına bile getirmezlerdi. Hatta Kuzey ve Batıya itildikleri zaman, Semitlerin ve Aryenler için tahıl ekimiyle hayvanlarını besleme olanakları sağlanmadan önce, özellikle kışı geçirmek bakımından uygun bulunmayan Batı Asya ve Avrupa’nın ormanlık bölgelerinde yerleşmek olanaksız olmuştur. Bu bölgelerde ekimin önce hayvanlara ot gereksini karşılamak için doğmuş ve ancak sonradan insanların beslenmesi bakımından önem kazanmış bulunması olasılıktan da öte bir şeydir.
Aryen ve Semit ırklarının üstün gelişmesini belki de bu ırkların beslenmesinde et ve sütün bolluğuna ve özellikle bu bolluğun çocukların gelişmesi üzerindeki olumlu etkilerine bağlamak gerekir. Gerçekten hemen, hemen tamamen bitkisel bir beslenme yaşayan Yeni Meksika’nın Peublos’lu yerlileri daha çok et ve balık yiyerek yaşayan barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük bir beyne sahiptirler. Ama herhalde bu aşama boyunca yamyamlık yavaş, yavaş ortadan kalkar ve ancak dinsel bir eylem ya da hemen, hemen aynı anlamda büyücülük şeklinde sürüp gider.
3. Yukarı Aşama.- Demir madenin eritilmesi ve dökümüyle başlar ve abecenin türetimi bunun yazıda kullanılmasıyla barbarlıktan uygarlığa geçilir. Önce de belirttiğimiz gibi yalnız Doğu yarıküresinde bağımsız bir gelişme gösteren bu aşama, üretimdeki ilerleme bakımından bütün önceki aşamaların topundan daha zengindir. Kahramanlık çağının Yunanlıları, Roma’nın kurulmasından az önceki İtalyan aşiretleri Tacitus’un, Cermenleri, (Vikingler çağının Normanları) bu aşamada bulunuyorlardı.
Her şeyden önce büyük ölçüde tarla ekimini tarımı olanaklı kılan hayvanlar tarafından çekilen demirden sabanı ilk bu dönemde görürüz. Bunun sonucu yaşam araçlarından çağın koşulları bakımında sınırsız bir artış görülür. Demirden balta ve demirden bel olmaksızın geniş ölçüde gerçekleşmesi olanaksız bir dönüşüm ormanların açılarak tarla ve çayır haline dönüştürülmesi yine sabanın türetilmesine bağlıdır. Ama bütün bunların sonucu nüfusun hızlı artışı ve küçük bir alan üzerinde yoğunlaşması oldu.Tarımın olanaklı olmasından önce örneğin; yarım milyon insanın bir tek merkezi yönetim altında toplanabilmesi için zorunlu olarak tamamen istisnai koşullarını bir arada bulunması gerekirdi; büyük bir olasılıkla, bu durum hiç gerçekleşmemiştir.
Barbarlığın yukarı aşamasında doruğu kendini bize Homeros’un şiirinde özellikle İlyada’da gösteriyor. Gelişmiş demir aletleri körük, kol-değirmeni, çömlekçi tornası zeytinyağı ve şarap yapımı; madenlerin ustalıklı bir biçimde işlenmesi yük ve savaş arabaları kalas ve tahtadan gemi yapımı, sanat olarak mimarlığın başlangıcı kuleli ve mazgallı duvarla çevrilmiş kentler, Homeros’un destanı ve bütün mitoloji- işte Yunanlıların barbarlıktan uygarlığa geçirdikleri belli başlı miras budur. Bununla Homeros çağı Yunanlıların daha yüksek bir dereceye geçmeye hazırlandıkları bu kültür aşamasında yanlarında bulunan Cermenler üzerine Sezar ve hatta Tacitus’un anlattıklarını barbarlığın yıkarı aşamasının üretimde ne zengin bir gelişmeyi kapsadığını görürüz.
Burada, Morgan’a dayanarak kabataslak çizdiğim insanlığın yabanilik ve barbarlık durumundan uygarlık başlangıçlarına kadar gidişini gösteren tablo yeni çizgiler bakımından oldukça zengindir ve özellikle, doğrudan yararlanılarak hazırlandığı için hiç söz götürmez. Ama gene de uzak ülkelerde yapacağımız gezi sonucu gözler önüne serilecek freskle karşılaştırılırsa bu tablonun donuk ve yoksul kaldığı görülecektir. Barbarlıktan uygarlığa geçişi ve barbarlıkla uygarlık arasındaki çarpıcı karşıtlığı iyice aydınlatmak ancak bu gezinin sonunda mümkün olacaktır. Şimdilik Morgan’ın düzenlediği sınıflamayı aşağıdaki gibi genelleştirebiliriz: Yabanilik: Doğa ürünlerini onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan üretim her şeyden önce bu yararlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık: Hayvan yetiştirme tarım ve insanın faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini artırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi. Uygarlık: İnsanın doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği dönem; asıl anlamda sanayi ustalık dönemi.

Ruh Ve İnsan

Günümüzde, dürbünle arayarak bulduğumuz merhametli yüreklerin, etrafına iyilik ve sevgi dağıtmak için gösterdikleri çabalara, ne kadar garipseyerek bakıyoruz. İnsanın insana iyilik yapması, tanrı buyruğu değilmi? Ne kadar çabuk unuttuk bunları, yardım isteyene karşılıksız yardım yapılması, insanın en önemli insanlık görevi değilmi? Bizler sadece bencillik yarışına girmişiz, gözümüz kendimizden başkasını görmüyor, yarışalım bakalım. Nereye kadar?

Hz. Ali ne güzel söylüyor. ‘’Sen taş atana, ekmek at, kötüye iyi ol’’ diyor. Bırakalım kötüye iyi olmayı, birde acımasızca biz onu yok etmeye çalışıyoruz! Eh, insanoğluna da bu yakışır, yakışır mı acaba? Birde, Allah adını ağzımızdan hiç eksik etmeyiz. Yüce tanrım, bizi bizden daha iyi tanır. Değilmi? Kimi kandırıyoruz; kendimizden başka!

Unuttuk mu onca güzellikleri, birliği, beraberliği, en önemlisi paylaşmayı. Severek saydığımız tüm güzel insanlar; bize sevmeyi, paylaşmayı öğretmedi mi? Kendimizde, acılarımız olunca, nasıl da arıyoruz insanlığı, nasıl çığlık çığlığa haykırıyoruz, insanlar nerede diyerek, başkalarının acılarına karşı ne kadar duyarsız kalıyoruz, başkaları bize duyarsız kalırken! Yaşanacak dünyamızı, nasılda yaşanmaz kıldık, hep birlikte.

Ölümsüz aşklarda sandıklara kilitlendi, küflenmekte. Aşık olmak, anlık zevkler, kalıcı aşklar ise kıssa mevsimlere karıştı ve terk etti dünyamızı çoktan. ‘’Gelin canlar bir olalım, diri olalım, el ele verelim.’’ Güven ekelim toprağa, sevgiyle yıkayalım ruhlarımızı, sevgiye yer açalım yüreklerimizde ve merhamet dolsun içimiz. Sevmenin, yaşamın tılsımlı anahtarı olduğunu unutmadan, tanrının NUR ışığını kayb etmeden içimizden, yüreğimiz Allah aşkıyla ve sevgiyle dolsun.

Nur Ve İnsan I

Ama bir insan şaşırmaya görsün, içindeki tüm kötülükleri ile en sevdiği varlığı bile hiç çekinmeden satar. İnsanın insana yapmadığı eziyet, zulüm kalmadı. Savaşları veya işkence dolu zindanları katmıyorum, bunlar zaten dehşet verici. Şanslı olarak, normal şartlar altında yaşayan insanların dehşetinden, acımasızlığından bahsediyorum.

Günlerden Cuma ve ben çok yorgunum, çoğuları gibi yoğun bir çalışma haftasını bıraktım arkamda. Saatler ne çabuk geçmiş, farkına bile varmamışım. Güneş çoktan batmış, zifiri karanlığa davet çıkmış bile. Yavaş yavaş, caddeleri süsleyen binaların ışıkları sönüyor, bense hala otuyorum, gözüme uyku bile girmiyor. İki saate yakın, yatağıma uzanarak savaştım kendimle, uykuya dala bilmek için, ama olmadı, neyse diyerekten kalkıp bir sigara yaktım. Derince bir nefesle içime çekmeye başladım ve düşüncelere daldım.

Artık anlam veremediğim, anlamaya çalışsamda, anlayamadığım garip insanoğlunu düşünüyorum. Misafir olduğumuz şu gezegende, yaşantımızı nasıl çekilmez hale getirdiğimizi. ‘Yaşam zordur, bir sanattır yaşamak!’ Hayat şartları kolayın dışında, her birimiz uğraşıp duruyoruz, türlü türlü dertlerin içinde kaynıyoruz. Yaşamımızda neden en güzelini, en mükemmelini çıkartmıyoruz ortaya. Aksine biz insanlar, kendi çabalarımızla, daha da çekilmez hale getiriyoruz, bu Dünyada barınmayı.

Yüce tanrım, biz yarattığı kullarını seyir ettiğinde, ne düşünüyor acaba. Her birimize güzel bir emanet bırakarak, yeryüzüne gönderdi. Nur ışığını emanet etti, her kuluna. Yüce tanrım bir ışıkmış, her yarattığı kulunun yüreğinde, onun nur ışığı yer alırmış. Sadece içimizde yandığı sürece, tanrıya yakın oluyor ve hissediyormuşuz. Rüyalarda veya gerçek yaşamda, nasıl gerekiyorsa, sinyallerini ala biliyormuşuz. İçimizi tertemiz tutmamız gerekiyormuş, yani ruhumuzu, bir çocuğun saflığı ve temizliği derecesinde.

Ama ne yazık ki, insanoğlunun beyninde ve yüreğinde beslediği kötü huyları var. İçimizi kemiren kötü alışkanlıklarla, beynimizi bloke ederek, ruhumuzun etrafına duvar örüyoruz. Dolayısıyla, içimizde bulunan tanrının nur ışığının sönmesine sebep oluyoruz ve bizleri yüce tanrıdan hızla uzaklaştırıyor, yani sahte değerlerin peşinden koşarak, ruhumuzu köreltiyoruz. Böylelikle, tanrımızla olan bağlarımızı yitiriyoruz.

Yüce tanrımızın bir parçası olan nur ışığının içimizde yer alması, ne kadar yüce ve güzel bir duygu, öyle değil mi? Eşi, benzeri olmayan bir eserdir. Ben şahsen gözlerim kapanana kadar, yani zamanım dolana kadar yüreğimde yanmasını isterim. Tanrımın dizlerinin dibine, ruhumda yanan ışığıyla varmak isterim. Elimden geldiği, gücümün yettiği kadar, insanlık ölçüsünde kalmaya uğraş vereceğim.

Eminim sizlerde aynı düşüncedesiniz! Bundan hiç şüphem yok, ama bir soru sormak istiyorum? Hiç rastladınız mı? Kin beslemeyen; nefreti tanımayan, bencillikten ise çok uzak, para hırsı, mal mülk hırsı olmayan, kibiri, büyüklenmeyi sevmeyen bir kula! Vallahi ben rastlamadım! Rastlasam da her halde yeryüzünde bir melektir, yani istisnadır. Veya mümkün ola bildiği kadar, insanlık derecesinde kalmaya çalışan kul. Hiç tartışmasız muhakkak, yüce tanrımızın nur ışığını içinde yaşatan, milyonlarca kulları var. Daha doğrusu, iyilerin çoğunluk olduğuna, delicesine inanmak istiyorum.

Alçak gönüllü yüreklerin, merhametli gönüllerin, vicdanı canlarında taşıyanların, var olduğuna şahit olmak isterim. Nesli hızla tükenen, güzel yürekli insanların değerlerini, yeni nesillerde görmek isterim. İnsanın insana değer verdiğini, insan sevgisini, maddiyattan çok öte, manevi değerlerin bulunduğu bir dünyaya, inanmak isterim! Zor biliyorum! Günümüz insanlık anlayışında, gerçekten çok zor! Neden mi? Kötülüğe yakınlığımız daha yüksek oranda, bu yüzden! Gerçi insanoğlu şeytanı da geçti, çoktan solladı. Şeytanın bile Allah korkusu ve şuurları var.
Ama bir insan şaşırmaya görsün, içindeki tüm kötülükleri ile en sevdiği varlığı bile hiç çekinmeden satar. İnsanın insana yapmadığı eziyet, zulüm kalmadı. Savaşları veya işkence dolu zindanları katmıyorum, bunlar zaten dehşet verici. Şanslı olarak, normal şartlar altında yaşayan insanların dehşetinden, acımasızlığından bahsediyorum. Gücü gücü yetene. Sevgiye dair ne varsa unuttuk! Ya güzelim çocuklarımız, dünyanın süsü, rengi, yaşama sevinci. O minicikleri dahi, sevindirmekten ne kadar çok uzağız. Çocuklarımıza, nasıl bir dünya bırakmayı düşlüyoruz acaba?

Einstein Nobel Ödül

yirminci yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenebilir. Görelilik kuramını geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü’nün ve Nobel Komitesi’nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen görecelik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Ulm’da doğdu. Çocukluğunu Münih’de geçirdi ve ilk öğrenimini burada yaptı. Lise öğrenimini 1894′te İsviçre’de tamamladı ve 1896′da Zürih Politeknik Enstitüsü’ne (ETH) girdi. Sonradan İsviçre vatandaşı oldu ve Sırp asıllı bir kız öğrenci ile evlendi. Sonra Bern’de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde düşünmek fırsatını buldu. Önce atomun yapısı ve Max Planck’ın kuvantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak teorisini test etti.

Kuvantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını sağladı. Bu yoldan fotoelektrik olayını açıklayabildi. Bu çalışma larını açıklayan ve 1905 yılında

“Annalen der Physik” dergisinde yayımlanan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909′da Zürih Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu. Prag’da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü’nde profesör oldu. 1913′de Berlin Kaiser Wilhelm Enstitüsünde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi. İsviçre vatandaşı olarak 1. Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı.

İkinci defa, bu kez akrabasi olan bir kadınla, evlendi; bu yirmi yıl içinde birçok özlü inceleme yazısı yayımladı ve bunlarda teorilerini geliştirdi. 1921′de Fizik Nobel Ödülü’nü kazandı.

Yabancı ülkelere bir çok gezi yapmakla birlikte 1933′e kadar Berlin’de yaşadı. Almanya’da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya’dan ayrıldı. Paris’te College de France’ta ders verdi; burdan Belçika’ya oradan da İngiltere’ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study’de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti. 1955′de Princeton’da öldü.

Fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi. Kendisi özellikle zaman ve uzay için düzenlenmiş bağlılık (izafiyet) teorisiyle tanındı. Bu teori üç bölüme ayrılır: Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren sınırlı bağlılık (1905); eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren genel bağlılık (1916); elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri. İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar.Söylediği güzel bir söz vardır “Ben atomu iyi birşey için keşfettim,insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar”

Ay Rover

Yeryüzünden binlerce mil uzaktaki ay yüzeyinde daha uzun süreli çalışmalar yapabilmek amacıyla tasarlana bu araç üretildi ve ilk görevine hazır. İki astronot için bir ev ve elektrikl enerjisi sağlayan bu araç 14 gün uyku ve ihtiyaçları karşılıyacak niştelikte. Binlerce millik yol alabilme kayalıklar ve 40 derecelik dik yamaçlara tırmanma özelliklerine sahip bu araç sert ay koşullarına göre tasarlandı.

Ay Rover en 2009 Açılış
Cumhurbaşkanı Barack Obama, Michelle Obama ve Başkan Yardımcısı Joe’in katılacağı açılış geçidine Pennsylvania Caddesi Beyaz Saray, Washington’da Salı Günü, Jan. 20, 2009.

II Dünya Savaşı Sonrası II

Toplumsal doku içinde sürdürülen bu bitmeyen savaşta ”gurbetçiler”, kendi dayanaklarını-siperlerini çeşitli örgütlülükler, dernekler, cemiyetler veya ‘80’lerin sonunda kurulacak olan “Yabancılar Meclisi” gibi oluşumlar aracılığıyla güçlendirmeye çalıştılar. Onlar çogu zaman kendilerini çaresiz hissetse de, bu savaşı sürdürebilecek enerjiye sahiplerdi. Çünkü umutluydular: Çalışıp para kazanacak, ev-araba alacak, çocuklarına iyi bir gelecek bırakacaklardı…

Almanya’da doğan ya da çocuk yaşta Almanya’ya gelen kuşak ne durumdaydı? Onlar için, her şey öyle ebeveynlerinin öngördüğü gibi olmadı. Aile içi yaşantılarını; katı disiplinli, anti-demokratik ve geri olarak adlandırıp uzaklaşmaya veya mücadele etmeye başladılar. Bu gençler, kendilerinden önceki olumsuz sosyal-tarihi geçmişin ceremesi olarak kendilerinden uzak duran Alman gençleriyle kaynaşabilmek için, birçok “ödünler” vermeye başladılar. Bu itilimin etkisiyle, Almanların her davranışını daha baştan, sorgulamaksızın, doğru-güzel olarak addedip onlar gibi olmaya çalıştılar. Ailelerinin nasihatlerine rağmen, giyim biçimlerini, eğlence anlayışlarını hızla değiştirmeye başladılar. Dahası birçok genç giderek “Ben Türk değilim, sadece Türkçe biliyorum..” demeye başlayacaktı. Böylece iki kültürlü ya da çarpık kültürlü genç nesil oluştu; ne Almanlaşabiliyorlar ne de Türk olarak kalabiliyorlardı. Bu acımasız çelişkinin sonucu olarak; aile içi çatışmalar, evden kaçmalar artıyordu.

“Gurbetçilerin” sorunları katlanarak artıp ciddi boyutlara ulaşırken, Almanya’nın yönetme politikasının ürünü olarak oluşturulmuş ya da faaliyetlerine izin verilen “Yabancılar Meclisi”, dernekler veya cemiyetler gibi oluşumlar hiçkimsenin sorununa çözüm olamayacaktı. Böylece birçok filmde ya da halk ozanlarının sazında-sözünde dillendirildiği gibi “Almanya acı vatan ,yalancı vatan.” olmaya devam edecekti “gurbetçiler” için.

Nihayetinde Almanya ağır sanayii toplumundan teknoloji toplumuna geçmeyi başardı, ama şimdi bağrında yığınlarla göçmen var. Yarı sosyalize edilmiş liberal iktisat politikalarıyla, yıllardır göçmenlerin sorunlarına yeterli çözümlerin üretilemediği ortada. Bu sorunun çözümü olarak Almanya zaman zaman paralar vererek geri dönüşü özendirmeye çalışıyor. Örneğin ‘84’te bu şekilde dönenler, Türkiye’de hiç birşey yapamadılar ve daha da yoksullaştılar.

Şimdiki teşvikin de değişik bir sonuç yaratmayacağı açık. Zaten bu özendirmelerin esasta mültecilerin yararına olan bir düşünceyle yapılmadığını herkes biliyor. Amaç; Alman ekonomisinin yükünü hafifletmek. Ama birtürlü gerçek çözümler üretemeyen Almanya, burjuva demokrasisinin özüne uygun olarak baskıcı, tehditkar yanlarını uygulamaya koyuyor.Hazırlayıcısı rüşvetten suçlanan HartzIV gibi, kazanılmış haklarda dahi kısıtlamalar öngören yasalar yapıyor. Vatandaş olmuş göçmenlerin, vatandaşlıklarını iptal etmek istiyor…

Ama bu kez de, baslangıçta yaptığı, gelenleri insan olarak düşünmekten çok birer ekonomi robotu olarak görme hatasından ayrı olarak, bu soruna nasyonal yaklaşma hatasını işliyor. Çünkü yıllardır belki milyonlarca göçmen nezdinde “Gurbet”, artık yurda dönüşmüştür…

Etiketler:

II Dünya Savaşı Sonrası

Kötü alışkanlıklar edinen gençlerin sayısındaki artışa bakılırsa, aslında haksız da sayılmazlardı. Ne var ki bambaşka bir toplumun bağrında, kendi düşün-görüş alanlarının, törelerinin sınırlarına gömülmek; dış algılara, değişim ve uyum çağrılarına bütün duyu organlarını kapatmak asıl korkunç tehlikenin ta kendisiydi. Bu tür davranışlar, bir bakıma “gurbetçilerin” toplumsal reflekslerinin ürünüydü.

Savaş sonrasında Almanya, hızlı bir sınai, ekonomik kalkınma sürecine girdi. Savaşın kara bulutları ülkenin üzerinden henüz çekilmemişti. Şehirler alt yapısı, sosyal ve sınai tesisleriyle yerle bir olmuştu.Ülkeyi yeniden inşa etmek, hele hele toplumu yeniden ruh sağlığına kavuşturmak o kadar da kolay değildi.

Nasyonal sosyalizm şiarıyla şahlanmış, Prag’dan başlayarak, Norveç’ten, Kuzey Afrika’ya kadar işgal etmiş bu toplum, bu büyük histerik rüyadan 1945 Nisan’ında büyük bir yenilgiyle uyandığı zaman; etrafta yanmış, yıkılmış binalardan, dağılmış ailelerden ve milyonlarca ölüden başka birşey görmedi.

Bu korkunç travmanın etkileri elbette yıllarca sürecekti. Ama etkilerini en aza indirebilmek için bile, hemen ve hızla çalışmaya başlamak, ayrıca toplumu yalıtılmışlık psikolojisinden kurtarmak gerekti.Gerçi Almanya ve Alman toplumu bu konuda nispeten şanslı sayılırdı: Çünkü politik, coğrafi konumunun gereği olarak Amerikan yardımlarının birinci derecedeki alıcısı olmuştu. Bilindiği üzere Amerika, Sovyetler aracılığıyla komünizmin Avrupa’da yayılmasını istemiyor, bunun için Batıdan ve Güneyden Almanya ve Türkiye gibi ülkeler aracılığıyla Sovyetleri kuşatmaya çalışıyordu.

Görüldüğü üzere 1948’de daha yeni kurulan Federal Cumhuriyetin önünde sadece Temel Yasayı yapmak değil, böylesi büyük sorunlar da bulunuyordu. Bu sorunları iki ana başlığa indirgersek:

1-Ekonomik-Sınai kalkınma ve kentlerin yeniden yapılanması
2-Toplumun sağlığına kavuşturulması

Savaş sonrasında Almanya’nın önünde; dünyayla entegre olma, yüksek savaş tazminatlarını ödeyebilme, güvenlik ve kültürel alanlar olmak üzere elbette başka sorunlar da vardı. Ama biz konumuzla ilgili kısmı iki başlığa indirgedik. Amacımız; Almanya’ya özellikle 1960’lı yılların başından itibaren gelen yabancıların, özellikle Türkiye’den gelenlerin kaynaşma sorunlarını değerlendirirken, sistemli bir düşünme metoduna sahip olabilmekti.

Esasında iki başlığımız da birbiriyle doğrudan ilintili, hatta içiçedir. Örneğin moral değerleri yıpranmış, geleceğe umutla bakamayan bir toplumun,ülkesinin kalkınması için yeterince gayret gösteremeyeceği açıktır. Ama Almanya bu konuda savaştan yenilgiyle çıkmış diğer ülkelere göre nispeten şanslı sayılırdı. İşe büyük bir ekonomik atakla ve siyasal arenasına yeni partiler sunarak, o alana yeni çehreler kazandırarak başlayan Almanya, Alman nufusundan da yeterli desteği alıyordu.

Almanya endüstri dallarını yeniden inşa ederken ucuz işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Almanya’da üretici güçler azalmıştı, olan işgücünü de ucuza çalıştırmak pek mümkün değildi. Ağır endüstri dallarında kötü koşullar altında çalışacak ve toplum tekrar, modern anlamda da olsa ”BüyükAlman” psikolojisiyle kendine güveni sağlayıncaya kadar, alt hizmet sektörlerinde çalıştırılacak işgücüne ihtiyaç vardı. Bu konuda birçok yürek burucu örnek, Günter Wallraff’ın “En Alttakiler”adlı kitabında bulunabilir.

Bunlar elbette ki Türkiye gibi yoksul ülkelerden getirilecek işçilerdi. Böylece Almanya gelişen ekonomisinin ihtiyacını, ”Konuk İşçi” statüsüyle yabancı ülkelerden getirttiği işçilerle karşıladı. Önce İtalyanlar ardından İspanyollar, Portekizliler, Yugoslavlar ve en sonunda Türkiye’den gelenler, ”konuk işçi” olarak alkışlandılar… Ayrıca topluma renklilik, canlılık kazandırdıkları için de ilgiyle karşılandılar.

GELENLER BIRDAHA DÖNMEDİLER…
GURBETÇİLİK OLUŞUYOR

Tekstil sektörü, makine ve tesis yapımı, biyo teknoloji ve özellikle de otomobil sanayiinde ucuz işgücü olarak istihdam edilen bu işçiler, herhangi bir entegrasyon programına tabii tutulmadılar. Çünkü, zaten “misafir”diler ve geri gideceklerdi. Doğrusu Türkiye’den ilk kuşak olarak Almanya’ya gelen bu insanların da asıl ve öncelikli planları arasında, Alman toplumunun dili, kültürü ve sosyal yaşantısıyla kaynaşmak hedefleri olduğu da söylenemezdi.

Almanya ya da “Gurbet”, gelenlerin hemen hepsi için, rahat ve zengin bir geleceğin anahtarı demekti. Gelenler dolgun ücretle fabrikalarda işe girecek, çok sıkı çalışacak biraz da dişini-kemerini sıkarak para biriktirecek ve Türkiye’de kalan ailelerini, analarını, babalarını, kardeşlerini, akrabalarını da yoksul ve zor koşullardan kurtarmanın yollarını arayacaktı.

Görünüşte her şey normal ve sorunsuzdu. Bu uygulamayla hem devlet hem de yabancı işçiler kazanır gibiydi. Kapitalist işletmeler kalkınacak, işçiler kazanacaktı. Ancak burada çok önemli bir sorun gözardı ediliyordu. Gelenler hissiz birer ekonomi robotu değil; ruhu olan ve belki de haddinden fazla umutla dolu, canlı birer insandılar. Bu anlamda örneğin, bir fabrikada şef tarafından dil bilmediği için azarlanan bir işçinin kendine güveni ve dolayısıyla çalışma azmi düşebilirdi.Ya da bürokratik bir işini halledemeyince ve memurun karşısında kötü, silik bir duruma düştüğüne inanınca, bir daha o makamla ilişkiye geçmek istemeyebilirdi.Ya da iş çıkışlarında, tatillerde kendini yabancı gibi hissetmeden, Almanların yaptığı gibi topluca eğlenmeyi, dahası kendi kültürel ya da dini geleneklerine, değerlerine yabancılaşmadan yaşamayı isteyebilirdi…

Ama Almanya bütün bu sorunlara dönük olarak, herhangi bir fikir veya proje üretmemişti. Öncelik kapitalist rekabetin çıkarlarındaydı. Önemli olan ekonomik ve teknolojik kalkınmaydı. Birçok ülkenin kapitalist dünyadan koparak sosyalizme kaydığı, özellikle de SSCB’nin gösterdiği hızlı bilimsel, sınai-teknolojik ilerleme düşünülünce, kapitalist ekonomilerin büyük bir panik içine düşmesi aslında rahatlıkla anlaşılabilir.

Başlangıçta umut çoktu. Aslında hiçbir zaman bitmeyecekti de. Ama Alman kapitalizminin amacı, baştan beri vurguladığımız gibi; zengin yabancı işçiler yaratmak değil, ekonomik-toplumsal kalkınma ve sürekli büyümeydi. Bu gerçek, çok geçmeden bütün yoksul yabancı işçilere bütün çıplaklığıyla kendini gösterdi. Zaten savaştan yıkıntıyla çıkmış Almanya’nın öyle fazla bir ekonomi politikası alternatifi yoktu. Üretim araçlarının kalifikasyonu veya işçilerin üretim sürecine daha moralli katılımını sağlayacak sosyal-mesleki “verim artış” projeleri üretebilecek durumda değildi.

Böylece Almanya’da işçiler, tıpkı Amerika’da 1929 büyük bunalımının ardından tarım işçilerinin kapitalizmin korkunç yüzüyle aniden ve adeta şok geçirircesine karşılaşmaları gibi tekellerin işgücü istismarı ve insan öğütücü özelliğiyle bir bakıma neye uğradıklarını şaşırarak karşılaştılar.

Doğal ki bu süreç, yabancı işçilerde ve giderek bütün yoksul göçmenlerde, önce bir dağınıklık ve bocalama yaratacaktı. Nitekim öyle de oldu. Örgütsüzlük, hak arama bilincinden (en azından yöntem bilinmediğinden) yoksunluk, hep yabancı olarak kalış, tutunamayış, ikinci sınıflık hissi…

Bütün bu biçim, oluşum ve ruh halleri beraberinde belirli sorunları da getirdi.Ya da zaten var olanları büyüttü, tanımlanabilir hale getirerek şekillendirdi. Böylece örneğin göçmenlerde, en belirgin olarak anavatanlarına özlem ve derin umut yıkıntılarıyla karakterize olan “gurbetçilik” oluşurken; Alman toplumunun hepsinde elbette değilse de, azımsanmayacak bir kısmında ise “yabancı allerjisi” oluşuyordu. Bu birbirini olumsuz yönde besleyen iki kutuplu bir gelişmeydi. Böylece çok geçmeden Neo-Naziler diye adlandırılan grupların, yabancılara dönük şiddet ve kundaklamaları da kendini gösterecekti. Neo Nazi saldırıları (bu grupların bazı politik çıkarlara hizmet ettiğini bir kenara bırakırsak) ellbette ki psiko-sosyal tepkinin örgütlü bir dışavurumuydu. Çok gerilere gitmeye gerek yok; daha 13 Şubat 2005’te Dresden’de içlerinde NPD’nin, Alman Halk Birliği’nin ve Cumhuriyetçilerin eski bir liderinin de bulunduğu yaklaşık 7000 yabancı karşıtı, Neo-Nazinin yaptığı protesto gösterisi, bize hala bu fenomenin örgütlendirilebilir olduğunu büyük bir açıklıkla gösteriyor.

Zaman, başından beri uyum problemleri yaşayan “Gurbetçileri” biraraya gelmeye zorluyordu. Başka topraklarda, yeterince, belki de hiç tanınmayan geleneklere sahip bir toplumda yabancı olarak bölük pörçük ya da yalnız kalmak yürek burucu sonuçlara neden olabiliyordu. Hem de tehlikeliydi artık.

Tehlike sadece yabancı aleyhtarı saldırılarla ilgili değildi. Tehlike aynı zamanda bu toplumun kendi içinde büyüttüğü çatışma kaynaklarındaydı. Gelip de geri dönmeyen/dönemeyen “Gurbetçiler” Türkiye’den eşlerini, çocuklarını da getirmiş ya da burada evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. Bu genç nesil daha başlarda, Alman kültürüyle kendi ailevi-toplumsal kültürü arasında kalmış hissetti kendini.

Almanya sosyolojik ve ekonomik gelişmesinin bir sonucu olarak, liberal kapitalizmin vazgeçilmez bir unsuru olan bireyciliği, özellikle kendi genç potansiyeline nispeten daha sağlıklı biçimde aşılayabilmişti. Bireycilik, elbette Alman toplumu açısından da istenmeyen sonuçlara yolaçabilecekti; kültürel dejenerasyon, aile parçalanmaları, yalnızlaşma ve birçok insani değere yabancılaşma en açık belirtiler olacaktı. Örneğin büyük aileler halinde birarada yaşama isteği sürekli azalacaktı.Ya da başka bir örnek olarak eğer 1 centiniz çıkışmazsa bir Kiosk’tan aldığınız ürünü geri vermek zorunda kalacaktınız.

Yeni nesille birlikte, ”Gurbetçiler”in kişisel sorunlarına, yeni kaygılar, yeni çatışma noktaları da ekleniyordu. Alman toplumunun gelenek ve değerleriyle kaynaşma bir kenara, bir arada yaşayabilme konusunda dahi sorunlar yaşayan aileler; kendi çocuklarının alışkanlıklarındaki, yaşam tarzlarındaki farklılıkları gördükçe daha fazla kaygılanıyorlardı.

Kötü alışkanlıklar edinen gençlerin sayısındaki artışa bakılırsa, aslında haksız da sayılmazlardı. Ne var ki bambaşka bir toplumun bağrında, kendi düşün-görüş alanlarının, törelerinin sınırlarına gömülmek; dış algılara, değişim ve uyum çağrılarına bütün duyu organlarını kapatmak asıl korkunç tehlikenin ta kendisiydi. Bu tür davranışlar, bir bakıma “gurbetçilerin” toplumsal reflekslerinin ürünüydü.

Onlar, Türkiye’den ayrıldıklarındaki bilinç ve değerlerine saplanıp kalmışlar, yıllarını böylece adeta Alman toplumunun değişik ve aykırı görünen kültürüne karşı hiç dinmeyen bir savaşla geçirmişlerdi. Bu aslında, kendilerine karşı yürüttükleri bir savaştı. Hem de hiç bitmeyecek bir savaş. Almanya’nın ideolojik-politik, sosyal, kültürel ortamı, cografyası, iklimi onları değişime, en azından uyuma zorluyor; onlarsa bunu dejenerasyon baskısı ve bir asimilasyon politikası olarak algılayıp kendi iç duvarlarını kalınlaştırıyorlardı.Yine de bu anlamsız, ama kaçınılmaz savaştan yenilgiyle çıkmak, savaşın galiba en belirgin sonucu olacaktı.

Örneğin, insanların sokaklarda, umuma açık yerlerde rahatlıkla öpüşmeleri, ”gurbetçilerin” toplumsal reflekslerinin ürünü olarak sert karşı koyuşlarla karşılanır, olumsuz yorumlanırken, bugün en azından kanıksanır olmuştur. Başka bir örnek olarak; camilerde “Biz ecdatlarımızın ayak bastığı topraklardayız, bu topraklar bizimdir..” gibi nutuklar veren imamların söylediklerinin tersine, çoktandır birçok inanan bu toprakların kendilerinin olmadığını, burada daima adı başka, kültürleri başka halkların yaşadığını ve artık Müslümanıyla Hristiyanıyla kardeşçe birarada yaşamak gerektiğini anlıyor.

ABD UÇUŞ MERKEZİ

Yukarıdaki Resim: NASA’s Goddard Uzay Uçuş Merkezi, Goddard EVA Müdürü Mark Jarosz adresindeki Ocak ekip tanıtma faaliyetleri sırasında (solda) üzerinde aşağıdaki gibi astronot Andrew Feustel, John Grunsfeld ve Mike Massimino yerine Bilim Aracı Command & Veri İşleyici alışabilmem (SIC & DH) birimi olan Hubble hakkında Bakım Misyon 4 sırasında Mayıs yüklenir. Görüntü Kredi: NASA / Chris Gunn

22 Mart 2009 Pazar

Avrupa İstemezse

ekonomi dergisi Business Week tarafından Avrupa ekonomisinin en etkili 25 isminden birisi olarak seçilen; daha sonrasında Alman bankasından ayrılarak kendi şirketini kuran Kıbrıslı Türk Mehmet Dalman CTCC toplantısında işadamlarıyla bir araya geldi. Toplantıda iş adamlarına deneyimlerini anlatan Mehmet Dalman,,,

Bir süre önce kurulan Kıbrıs Türk Ticaret Odası, CTCC, İngiltere’deki Türk işadamları ve üyeleri arasında network sağlamak amaçlı toplantılarının sonuncusuna katılan davetliler bir sürprizle karşılaştılar. Almanya’nın en büyük bankalarından Commerzbank’ta, Alman olmadığı halde, bankanın yönetim kuruluna seçilen ilk ve tek kişi olma başarısını gösteren, 2003 yılında ünlü ekonomi dergisi Business Week tarafından Avrupa ekonomisinin en etkili 25 isminden birisi olarak seçilen; daha sonrasında Alman bankasından ayrılarak kendi şirketini kuran Kıbrıslı Türk Mehmet Dalman CTCC toplantısında işadamlarıyla bir araya geldi.
Toplantıda iş adamlarına deneyimlerini anlatan Mehmet Dalman, Türk girişimcilerinin kimlik bilincine sahip olması gerektiğini ve Yahudiler gibi toplumsal dayanışma ve iş anlayışının Türk toplumununda da yerleşmesi gerektiği yönündeki sözleri ile dikkat çekti.

25 yıllık bir mazisi bulunan TBCCI

25 yıllık bir mazisi bulunan TBCCI’ın Aralık ayındaki genel kurulunda ikinci dönem için başkanlık yönetim kurulu üyeliği ve başkanlık görevine seçildim. Söz konusu genel kurulumuz, oda yönetiminde köklü değişikliklere de sahne oldu. Yılda bir yapılan ve mevcut yönetimleri seçim atmosferi ile 3-4 ay verimlilikten düşüren seçimleri 2 yılda bir’e aldık.
tüzük değişikliğine giderek yönetim kurulu üyelerinin sayısını düşürdük; yani yönetimin görev süresini 2 yıla çıkardık. Yine aynı kurulda, tüzükte yer alan ‘Yönetim kurulu üye sayısı, Oda’nın üye sayısına orantılı olarak artar’ maddesini de değiştirerek 44 olan üye sayısını 21’e indirdik. Zira kalabalık bir yönetim kurulu, toplantılarda üye çoğunluğunun sağlanamaması, kararlar alınmasına olanak vermemesi gibi handikaplara yol açıyordu. Ayrıca yine önemli bir değişiklikle ‘Yönetim Kurulu Başkanlığı’nın en çok 2 dönem için yapılabilmesini kararlaştırdık. Bütün bu değişikliklerle daha hızlı ve verimli çalışan; üyelerini oda ile ilgili karar süreçlerine dahil etmeye çalışan bir anlayışı öne çıkarmaya çalıştık.
Geçtiğimiz bir yıllık sürede, Londra’yı ziyaret eden, aralarında bakan ve bürokratların da bulunduğu Türk konuklarımızı üyelerimizle buluşturduk. Oda bünyesinde oluşturulan meslek gruplarıyla, sektörel bazda üyelerimize ve iki ülkede faaliyet gösteren işadamlarının sorunları ve taleplerini ortaya koymaya çalıştık. Öte yandan odamızın, www.tbbci.org.uk, web sitesine yeni ve iddialı bir görünüm ve içerik kazandırdık.
Bütün bunlarla beraber, geçen yıl en önemli etkinliklerimizden birisi yönetim kurulu toplantılarımızın birisini Türkiye’de yapma kararımız oldu. Eylül ayı toplantımızı İstanbul’da gerçekleştirdik ve üyelerimizi İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu tarafından verilen bir resepsiyonda buluşturduk. İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Peter Westmacott’un yanısıra İstanbul Muavin Başkonsolosu Peter Cook ve Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’un katıldığı resepsiyona çok sayıda işadamımız katıldı.
Bu arada odanın faaliyetlerini yürütebileceği daha geniş ve kendine ait bir bina için çalışmalarımız da sürüyor. Bu konuda TOBB gibi kurumların desteğine de başvuracağız.
Her gün bir üyemizi ziyaret etmek istesek ne ben ne de yönetimdeki arkadaşlarım buna zaman ayıramaz. Buna karşın tüm üyelerimizin şunu bilmesini istiyorum; bize ulaşmak isteyen herkesi yanıtlamaya çalışıyoruz. İşadamlarımız artık bu ülkede misafir statüsünde değerlendirilmemeli;

Bir önceki yıla göre üye sayınızda düşüş var; bunu neye bağlıyorsunuz? Bu azalmada size ve yönetiminize yönelik olası eleştirilerden söz edilebilir mi?...
TBCCI bir sivil toplum kuruluşu. Türkiye ve İngiltere arasında bugün rekor seviyelere ulaşmış ihracatın ve karşılıklı ticari ilişkilerin gelişmesinde az da olsa pay sahibidir; daha da önemlisi bu katkısını artırabilecek potansiyele sahiptir. Bu yüzden oda’yı daha aktif ve güçlü kılmak için işadamlarımızın desteğine ve katılımına önem veriyoruz. Bu noktada üye sayımızdaki azalmanın yönetim tarzımızla ilgili olduğu düşüncesine katılmıyorum. En azından bana bu yönde bir eleştiri ulaşmadı. Ancak şu da var; yönetim süremizde bütün üyelerimize tek tek ulaşma şansımız olmuyor. Her gün bir üyemizi ziyaret etmek istesek ne ben ne de yönetimdeki arkadaşlarım buna zaman ayıramaz. Buna karşın tüm üyelerimizin şunu bilmesini istiyorum; bize ulaşmak isteyen herkesi yanıtlamaya çalışıyoruz. İşadamlarımız artık bu ülkede misafir statüsünde değerlendirilmemeli; dünyanın en önemli finans ve siyaset merkezlerinden birisi olan İngiltere’de, daha etkili olabilmek, sesimiz daha iyi duyurabilmek için birbirimize ve kurumlarımıza yönelik desteğimizi esirgememiz gerekiyor.